Saturday, December 29, 2007

Rüyalar Ve Fil Olmak ve Kahveli Bir Ruya(ü ile değil)

Benim bir rüyam var doktor. (Kavis değil rüya!) Açıkçası gördüm mü bu rüyayı yoksa görmeyi mi istiyorum ondan emin değilim. Gördüysem valla güzel rüyaymış ama görmediysem de harika bir fikir. Yani önemi yok görülmüş olup olmamasının, önemli olan benim bir rüyayla ilgili kelimelere bile sığdıramayacağım kadar güzel bir rüya fikrimin olması. (Ama galiba gördüm ben bu rüyayı, hatta ara sıra görüyorum!) Rüyalar ilginç şeyler doktor. Ama muhtemelen bilirsin, anlatmak her zaman problemli bir iştir. Mesela güzel bir rüya gördüm ben, sonra sabah içimde derin bir mutluluk duygusuyla rüyanın ruh halinde hafifleten bir yaşama duygusu sarar beni. Sonra tutar birine anlatmaya çalışırım. Anlatmaya, kelimeye dökmeye çalıştığım ilk anda bir saçmalık duygusu sarar beni ve kurduğum her cümleyle rüyanın büyüsünü kaybederim. Ve anlatmanın sonucu: “hiç de ilginç bir şey değilmiş” fikri.
Esasında rüya kelimelerle ilgili değildir. Rüya bir haldir, kavramlar ve kelimelerle hiç ilgili değildir. Tıpkı “fil olmak” gibi bişey. Mesela şimdi ben fil olsam, benim için fil olmanın ilginç bir yanı olmaz. Alt tarafı filimdir ve daha fazla bişey değilimdir. Filsem fil olmam bana ilginç gelmeyeceği için anlatılacak ilginç bişey de yoktur. Ve ben hiçbir filin “ben filim, ne ilginç” diye kasılarak dolaştığını görmedim. Demek istediğim şu: Rüyada fil olduğumu görmüşsem de aynı durum mevzubahis. Çünkü rüyadayken fizik kuralları işlemediğinden (en azından çoğu zaman) fil olduğumu görmüşsem bir fil olmanın huzurunu yaşamışımdır demektir. Sabah kalktığımda fil olmadığım için ve insan olduğum için, kendimi fil olarak görmenin ilginçliği vardır. İnsan olduğum için de kendimi fil olarak görmek doğal olarak bana ilginç gelecektir. Fekat kendim rüyamda filken bir fil olmanın sıradanlığını yaşadığımdan, hissettiklerim bir filin duygularıdır ve uyandığımda bir insan olarak bunları anlatmak rüyanın veya fil olmanın büyüsünü bozar, tahrip eder. Kelimelere dökülmemiş bir filsilik, filsilik olarak kalır. Sabahları hissettiğim huzur ve hafiflik aslında fil olmanın huzurunun devam ettiğini de gösteriyor. Tabi bu ilginç bir durum ortaya çıkarıyor. Rüyanın bu karmaşıklığı Borges’i hatırlatıyor mu size bilmem ama bana adam haklı gibi geliyor. Şimdi rüyada fil olmak durumunda hissettiklerim bir filin hissettikleriyse (ki kesinlikle öyle, yoksa kelimelerle anlatabilirdim. Anlatamıyorsam aslında benim bir fil olma durumum travmatik bir boyut kazanıyor.) şimdi kendimi insan olarak görmek bir filin rüyası olabilir mi? Şunu demek istiyorum doktor: Ben kendini rüyada insan olarak gören bir fil olabilir miyim acaba? Yani nasıl rüyada fil olmaktan rahatsız olmuyorsam ve bir fil nasıl hissediyorsa öyle hissediyorsam, şimdi de bir filin rüyada kendisini insan olarak görmesi yanılsaması olamaz mıyım? Fil olmak mesele değil de bu durumda filin kendisi de bir rüyada kendisini fil olarak gören başka bir şey (Misal:bir ceviz ağacı)olabilir. Sonsuz bir rüyalar zincirinin bir halkası olmak gibi garip bir şey olabilir mi hayat denen şey? Mesela sen kendini doktor olarak gören bir dinozor olabilirsin. Hayır metafor olarak değil gerçek anlamda kullanıyorum dinozoru. Çünkü dinozorların kökünün kuruduğu şu an görülen bir rüyanın realiteleri arasında yer alabilir ve hatta bu durum kendisini böyle modern bir çağda gören kaygılı ve pimpirik bir dinozorun rüyası olmakla hayli gerçekçi bir paralellik arzediyor olabilir.
Mesela ben geçenlerde bir rüya gördüm. Ben, aslında rüyada ben olmuyorum, olduğum kişi olmaktan bir şüphe duymuyorum ve uyanınca ben olduğumu fark ediyorum. Dolayısıyla ancak uyanınca başka birisi olma durumu yaşadığımı idrak ediyorum. (Aslında fil örneğini düşününce uyanmak denen şey aslında başka bir rüya durumu oluyor. Çünkü nasıl rüyada başkası olmanın bütün ayrıntılarını hissediyorsam uyandığımda da bambaşka biri olduğumun ayrıntılarıyla yaşadığımdan bir rüyadan başka bir rüyaya geçmiş olabilirim teorik olarak.) Neyse ben rüyamda tren istasyonu sahibi bir adamım. Tamam, Devlet Demiryolları henüz özelleşmedi ve tren istasyonu sahibi olmak su istasyonu sahibi olmak kadar somut bişey değil. Rüyanın tek ilginç tarafı da tren istasyonu sahibi olan bir adam olmam. Gerisi bir tren istasyonu sahibinin gündelik sorunları. İstasyonda üç tane tren katarım var. Ve bazen trenler geçiyor istasyondan. O kadar. (Doktorun önemine binaen acil tarafından yaptığı yorum: Demiryolu kenarında geçen çocukluğundan mütevellit bir trenlere hükmetme duygusu var sende. Mamafih rüyanda tren istasyonu sahibi olarak, sürekli giden tren fikrine bir son vermek istiyorsun. Aslında trenlerin gidişini durdurmak istiyorsun ve bunu da beynin sana seni tren istasyonu olarak gösterip rahatlamanı sağlıyor.) Kendini gösterebilme fırsatını bulmuş olmana sevindim doktor.
Benim başta bahsettiğim rüyaya veya rüya fikrine dönersem, bu rüya kahveyle ilgili. Kahve bence mübarek bir içecektir. Nasıl yanisi yok bunun. Bir şey mübarekse mübarektir ve nasıl olduğunun açıklanmasına gerek yoktur. Zaten açıklama yapamayacak kadar bu düşünceyi taşıyorsam kahve kesinlikle mübarektir. Kendiliğinden bir mübareklik açıkçası, benim yüklediğim bir durum olsa muhakkak bir izahını yapardım gibi geliyor. Neyse rüyaya döneyim. Rüyamda veya görmek istediğim rüyada Karadeniz sahilindeyim. Daha doğrusu Karadeniz sahilinde bisikletle günlerce yol alıyorum. Bisikletle günlerce yol almak gerçekten yaşadığım bişey olduğundan bu rüyanın konumunu tam olarak tespit edemiyorum galiba. Ama rüyamda da günlerce yol alıyorum. Denizin, yeşil, bulanık yeşil, koyu yeşil, mavi, açık mavi, koyu mavi ve lacivertleşen bütün renkleriyle birlikte yeşil ağaçların da sarıya ve kızıla kadar olan bütün tonlarına şahit olmuşum rüyamda. (Yani gerçekte de bunu yaşadım 2000 senesinin Eylül sonuydu.) Sonra akşam karanlığında denizin kenarında yeşil çimenler üzerinde çadır kurmuşum. Ve sırtımı karaya dönüp denize karşı yaktığım ateşin başında kararmış bakır cezvemde kahve yapıyorum. (Ki bunu da çok iyi hatırlıyorum, Abana’dan sonra Çatalzeytin çıkışıydı.) Kahveyi yapıyorum ama devamı bildiğin gibi değil doktor. Kahvenin köpüğü kabarmaya başladığında içimde derin bir huzur duygusuyla karanlığa gömülen denizdeki bir kayığın siluetine bakıyorum, bir balıkçı ağları çekiyor ya da bırakıyor. Sonra kahvenin köpüğü cezveden taşıyor. Taşıp da ateşi söndürmüyor. Taşıp hafif meyilden denize doğru akmaya başlıyor. Köpük durmuyor doktor! Cezve köpürdükçe köpürüyor ve köpükler denize akıyor ve deniz kahve oluyor. Sonra geçiyorum denizin yanı başına, elimde fincan, daldırıp daldırıp içiyorum sabaha kadar. Su içer gibi değil, kahve içmenin sakinliğiyle içiyorum. Bir fincan alıyorum, yavaş yavaş içiyorum, bitince tekrar fincanı daldırıyorum kahve denizine. Sabaha kadar sürüyor bu. Rüya bu. En azından kelimelerle anlatılabilecek kadarı bu. Zira kahve içerken hissettiklerim veya o an o rüyadaki kişi kendi gerçekliğini yaşıyor bence. Hala yaşadığına eminim çünkü ben bunu bir defa görmedim. Arada bir görüyorum. İşte burada kafam karışıyor. Fil örneğine dönersem şayet, ben mi bu rüyayı görüyorum yoksa kahve denizinin kenarında kahve içen kişi mi rüyasında beni görüyor emin değilim.
Bunun bir rüya değil de fikir olma ihtimali ise, gerçekte o bisiklet yolculuğunda Çatalzeytin çıkışındaki sahilde aynı şekilde kahve yaptığımda kurduğum bir hayal olabilir. Yani fikirse ben oradayken şöyle bir hayal kurmuş olmalıyım: Kahve köpürdüğünde “şimdi bu kahve denize karışsa bütün deniz kahve olsa ne hoş olur” diye düşünmüş olabilirim. Fekat doktor bundan da emin değilim. Sadece bir fikir olsa bilirim. Dedim ya zaman zaman görüyorum veya gördüğümü sanıyorum, o mübarek kahveden yudum yudum içiyorum. … Nasıl? … Evet evet ilginç bir rüya.

Friday, December 21, 2007

KORSANLAR Kİ HER BİRİ RUHUN ISLAH EDİLMEMİŞ HARİTALARIDIR

M.S. (Mandalinalardan Sonra) bile uzun süre, korsanlar kötü adamlar değildi doktor. Misak-ı milli sınırları dışında acaip manyak harita kahramanlarıydı onlar. Akdeniz maviden laciverde dönüşen kolları ve kılıcı, pala bıyıkları olan bir gravürdü benim için. Her şey öyle kalsaydı mesele çıkmayacaktı ama olmadı, büyüdüm ve öğrenmekten vazgeçmedim. Ya büyümeyeydim ya da öğrenmeseydim hayat Arşipel’in kıyılarında mavi bir rüya olarak kalabilirdi. Şimdi büyüdüm ama ruhumun kıyılarında zaman zaman dibe doğru gidiyorum. Öğrendim ama inanmıyorum.

İlkokul 4. sınıfa kadar, ben ne denizi bilirdim ne de korsanları doktor. Kemalettin Tuğcu’nun korkunçsefaletmanzaralıiyilikperiliyetimçocuklarıkötülükabideleri’nin tarassutu altında neredeyse kendimi topluma adamak üzereydim ki korsanları keşfettim. Benim ikokul 4. sınıf karnemi öğretmenimden başka kimse görmemiştir doktor. Çünkü sene sonunda karnemi öğretmenim Hasan Kaplan’dan alıp sırtımı döndüğümde yırtmıştım. Ve üstüne okkalı bir tokat gelmişti Hasan öğretmenden. Sağlık olsun. Okul denen o korkunç kuruma karşı isyan duygularımı besleyen de korsanlar olmalı. Ondan sonra ikiye ayrıldım: Birinci ben, kendimle olan ben, bildiğini yapan. İkinci ben toplumsal imajımı koruyan varlığımı sağlıklı devam ettirmemi sağlayan vicdan ben. Atatürk ilke ve inkılâpları çerçevesinde ruhunun tanzim edildiğini edebiyat dersi kompozisyonlarında tescil eden, biraz daha çalışsa bir öğrenciydim.

Korsanlarla ilgili okuduğum ilk kitap “Akdeniz Bizimdi” adlı bir kitaptı. Muhterem Ertuğrul Düzdağ Hoca’nın Barbaros Hayrettin Paşa’nın “Gazavat-ı Hayrettin Paşa”sından sadeleştirdiği bir kitap. Daha sonra “Gazavat-ı Hayrettin Paşa” adıyla basıldı. Benim için deniz idrak edilmemiş bir masal kahramanıydı ve korsanlar yeryüzündeki saygıya değer tek kahramanlardı. Barbaros’un Cerbe adasına yedeğinde kalyonlarla girişiydi, korsanlık. Düşünüyorum da aynı düşünceleri taşıyor olsam bugün topluma zararlı bir insan olurdum, doktor. Şimdi faydalı olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Doktor moralimi bozma. Dinle beni, ve beni onayla. İşini sana ben mi öğreteceğim. Sonra Aptullah Ziya Kozanoğlunun “Türk Korsanları”, Hakikarnas Balıkçısı’nın “Turgut Reis”, “Uluç Reis” ve diğer korsan hikâyelerini okudum. Korsanlarla ilgili okuma kariyerimi ortaokulda bitirdiğimde kitaplarla korsanların dünyasını birbirinden ayırt edebilecek zihinsel olgunluğa ulaştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Yoksa yakınımdaki en büyük su birikintisi olan Karakaya Barajında korsanlığa kalkışabilirdim. Tabi bu zihinsel kemale ermek dışında, değişik alanlarda fazla okumanın getirdiği eyleme geçmekten çok hayal kurma eğilimimin gelişmesini de eklemeliyim. Bir de bazı eyleme geçme çabalarımın hüsranla neticelenmesi vardır ki bahsetmek bile beni çok incitir. Özellikle uçma girişimim hayatımda eylem ve hayal çizgisini ayırmama neden olmuştur.

Bence, doktor, korsanlar benim gibi Misak-ı Milli sınırlarının hapsediciliğinde büyümüş biri için somut değil rüyalar âlemine ait fenomenlerdir. Açıkçası bence korsanlar haritadır. Yani ben okurken onları, hep bilmediğim topraklarda ve sularda dolaşırlardı. Malta, Rodos, Girit, Cerbe, Cezayir, Susat, Tunus, Oran, cayır cayır yanan İspanya sahilleri, Yunan adaları bunların hiçbiri benim yaşadığım toprakların sınırı içinde değildi. Romanları haritalardan okumanın getirdiği bir yanılgıdır belki de. İnsan romanı haritadan okur mu? Bir elimde kitap bir yanımda Atlas; bir süre sonra bu adaları esaretten kurtarmak düşüncesine kapıldığımı söylesem garip kaçar mı? Yani bana kalırsa, o topraklar bizim haritamıza dâhil değilse esaret altında olmalı idiler ve kurtarılmalıydılar. (Sizce karanlık gecelerde bir gemi reisi olarak leventlerimin başında Rodos’a, Malta’ya ki Turgut Reisi orda şehit bıraktık, kaç sefer yapmışımdır rüyamda!)

Kalitalar, firkateynler, kalyonlar, kırlangıçlar, karavelalar, perkendeler, kadırgalar, çektiriler şekillerini benim çizdiğim envai gemilerdi ve her biri bir olaydı benim için. Korsanlar çeşit çeşitti ve ben hepsini mazur görürdüm. Gazavat-ı Hayrettin’de korsanlar dindar ve ila-yı kelimetullaha adanmış birer mücahit, Aptullah Ziya Kozanoğlunun korsanları rakı şarap içer ve çakırkeyif babacan adamlardı ve korkunç savaşçılardı. Yazarına göre aynı kişiyi değişik dünya görüşlerine sahip insanlar olarak okudum. Dolayısıyla bir korsan her zaman birden fazla kişidir benim için. Ama ortak noktalarından biri Engizisyon mahkemelerinde yakılan Müslüman ve Yahudileri İspanyadan kurtarmaları vardır ki her zaman rikkatime dokunur ve beni duygusal olarak etkilerlerdi.

Aslında şimdiki büyümüş halime o kadar kızıyorum ki doktor bilemezsin. Belki senin yanına uğramamın sebebi büyümek hastalığıdır. Misal: Korsanlarla ilgili bilgilerim ben büyüyünce çoğaldılar. Ve bilgi denen zalim ve acımasız yığınla karşılaştıkça aslında korsanlarla ilgili ne kadar az bilgi sahibi olduğumu ve okuduklarımın çoğunun uydurma olduğunu öğrendim. O kadar az kaynak var ki korsanlarla ilgili. Cumhuriyetin uluslaşma çılgınlığının kurbanı olmuşum bir açıdan. Aslında bu durumu kabul edip bilimin sağlıklı dünyasında kalsam mesele çıkmayacak ama gel gör ki doktor, yapamıyorum. Biliyorum ama yine de korsanlar ruhumu yoldan çıkarak haritalar olarak duruyor buramda, iman tahtamın altında. Hala rüyalarımda baştardalar, kalyonlar çektiriler görüyorum. Akşamın kızıllığında Cebe limanına giriyorum pala bıyıklarımla ve kanlı gözlerimle. Acımasızca ticaret gemilerine saldırdığım oluyor doktor. Malta’ya sefere çıkmışım görüyorum kendimi. Bazen uzun bir zaman geçiyor gemisiz rüyalarsız. Ama sonra aniden bir gece yarısı uyanıyorum bir kalitanın güvertesinde. Ciddi ciddi toplumsal sorumluluklarımı yerine getirirken pencereden atlayıp kaçasım ve palası ağzında iplerle düşman gemisine atlayan bir levent olarak İstanbul’un bütün kirli ve düzensiz binalarını yıkmak istiyorum. Biliyorsun geçen yaz Cerbe adasına bile gittim. Dolaştım boş suratlı orta sınıf Fransız turistlerin arasında ve pis kokan sahilinde. İğrenç bir turist adasına dönmesi bile benim zihnimdeki Cerbe adasına zarar vermiyor. 21. yüzyıldayız doktor, biliyorum. Benim okuduğum korsanlar, yalandı, olsa olsa ruhumun ıslah edilmemiş haritalarıydılar. Hakikati biliyorum şimdi doktor ama bir halta yaramıyor. Kendimi korsanca duygulardan alamıyorum. Yok, yok iyiyim, bişeyim yok. Her zaman böyle değilim doktor, zaman zaman dedim ya.

Sunday, December 09, 2007

Trenler-2 ve Müzik ve Trenler Rüya Görür Önermesi

Trenlerin sesiyle büyüdüğüm göz önünde tutulursa zihnimde sürekli bir tren gürültüsü olduğu ve tren sesine karşı hassas bir ruh taşıdığım kabul edilmeli. Tren gürültüsü aslında yanlış bir ifade olur, zira tren gürültülü değil harmonik bir araçtır. Tren sesi o kadar çok cümle ve melodi içerir ki… Bazen uzun uzun konuştuğum olurdu bu sesin yönlendirmesiyle. Tabiî ki harmonisine ayak uydurarak yavaş ve melodili bir konuşma. Sinirliysem aklınıza gelebilecek en galiz sövgüler trenin melodilerinde beste bulurdu. Bazen bildik bir şarkının ta kendisi olurdu tren sesi. Tren çeşitlerine uygun makamlar doğal olarak repertuvarımda oluşmuştu. Çok hızlı yolcu treni melodisi: Yoldan geçerken duyduğunuz sunturlu bir sövgü. Yavaş geçen çok vagonlu posta treni. Acele konuşan bir kadın ve kelimelerin uçuştuğu bir melodi. Benim en sevdiğim makam ağır aksak yüz vagonlu yük trenlerinin hiç bitmeyecekmişçesine geçerken ki ben yatağımda olurdum genelde, beni derin hülyalara salan melodisi. Acelesiz ve aheste aheste bir melodi. Her şeyi konuşabileceğim bir makamdı vesselam.

Müzik yeteneksizliğim acaba tren sesinden mi kaynaklanıyor diye düşünmüşümdür. Düzgün bir melodi çıkaramamak hep büyük bir mesele olmuştur, benim için. Söyleyebildiğim, birkaç şarkının nakaratlarından öteye gitmez. Ama müzik dinlemekten zevk almamı sağlayan, adeta müziğin konuştuğunu hissetmem sanırsam yine trenden kaynaklanır. Benim için müzik tren sesinin daha karmaşık ve incelmiş bir halidir desem belki abartmış olurum, lakin zaman zaman bunu düşünmekten kendimi alamam. Açıkçası tren gibi bir enstrümanla müziğe giriş yapmışsanız eziliyorsunuz. Bir türlü kendi sesinizi yükseltmeyi beceremiyor ve dinlemeye mahkûm oluyorsunuz. Hoş, şikâyetçi değilim durumumdan, hatta yalnız zamanlarımda ki bende bol, şarkı mırıldanmalarım fazladır. Fakat bundan daha da ilginci benim müziği giden, yolculuk yapan somut bir nesne olarak algılamamdır asıl mesele. Binlerce kelimeyi etrafına saça saça uzaklaşan ve gittiği yeri merak etmeme, elimde kalan kelimeleri neyapacağımışaşırtan, garip bir duygu yaratır müzik bende. Özellikle enstrümetal müzikler. Sözlü müzikler bende bir kavga hissi oluşturur, araya giren birileri, huzursuzluğumsuluklar… (Türkçeye katkım inkâr edilemez doktor!). Ama güzel seslerin kavgası güzel olur. Sonra bir de enstrümandan farkı olmayan sesler vardır ki, sözler ve müzik beraber akar uzaklaşır.(Misal, Alaattin Yavaşça, Cem Karaca)

Trenler ve müzik arasındaki bu ilişki bilim adamlarınca tabi ki gereksiz hatta saçma görünecektir. Hakikat merakı taşıyanlarca mazur görülüp anlaşılacağım düşüncesi ise beni teselli ediyor. Biliyorum ki hissedeceklerdir anlattıklarımı. En azından doktor, (bu sessizliğiniz iyiye alamet değil bu arada) trenin sesinde bir harmoni olduğu düşüncesinin saygıya değer bir düşünce olduğunu kabul edeceklerdir. Demir sesi, kuzum demir sesinden harmoni nasıl olur. Petrol kokan kaba demir yığınından çıkan bir sesle müzik nasıl bir araya gelir. Doktocuğum ben trenler rüya görür demiyorum ki. Sadece seslerinde melodi olduğunu kişisel tecrübelerime dayanarak iddia ediyorum. Kaldı ki rüya görmediklerini bile iddia edemezsiniz. Çünkü gözlem yapma olanağımız yoktur ve bilimin konusu içinde yer alamaz böyle bir sorunsal. Dolayısıyla “trenler rüya görür” gibi bir önerme ispat edilemeyeceği için iddia edilebilir. Aksi ispat edilene kadar da iddia sahibi tıpkı “trenler rüya görmez” diyen bir iddia sahibi kadar saygıdeğerdir. Sizin sorununuz “trenler rüya görmez” iddiasına inanmanızdır doktor. Bilim ahlakı açısından eleştirilebilir buluyorum sizi bu akşam. … Tamam doktor, sustum.

Trenler-1

İlkokul 4. sınıfta Jack London’ın “Demiryolu Serserileri”(veya Yol) kitabını okumuşsanız ve eviniz demiryoluna on metre kadarcık uzaklıktaysa işiniz oldukça zordur. Bugün toplumun sağlıklı bir bireyi olarak yaşadığım (gör doktor gör beni!) göz önünde tutulursa kitabın etkilerine yeterince direndiğim ileri sürülebilir. Ama bu demek değildir ki trenleri izlemekle yetindim.

Yavaş giden yük trenleri tabiî ki ilk asılma deneyimlerim için ideal fırsatlar sunuyorlardı. Büyük bir sükûnetle uzun katarların geçişini bekler ve son vagonlar görününce iyice sokulurdum trene. Son vagonun arkasında koşup asıldığımda, bir anda bedenimi zorlamak yerine bir anda koca bir demir yığının üstünde olmak, ayakların yerden kesilmesi müthiş bir duyguydu. O anda yeryüzünün çehresi değişirdi. Her zaman başka yerlere gidişini izlediğim trenin bir parçası olmak ve etrafımda durmuş beni seyreden ağaçlar otlar ve direklerin yanından hızla geçmek benim için o zamanlar yeterince olağanüstü bir deneyimdi. Tanıdığım onca ağaç ve tarla bir anda bana yabancı gibi gözükürdü. Yolda olmak duygusu bu olsa gerekti.

“Demiryolu Serserileri”ni okuduktan sonra trenlere hep farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. Bir çılgınlık ve kızgınlık anında asılıp bir trenin arkasına gittiği yere kadar gitmek! Bu düşünce o kadar güçlü bir şekilde sarmıştı ki beni, sürekli bir huzursuzluk arar olmuştum. İlk adımı ben atmıyordum tabi(Ah bu korunma güdüsü doktor, kendimi sağlama almayı ne kadar çabuk öğretmişlerdi bana!) Kardeşimle kavga, annemin başına bela olma, dedeme ağız dolusu sövme, daha doğrusu sövüşme, çünkü dedeme sövmek için yeterli kelime hazinem yoktu. Açıkçası şimdi baktığımda hala olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını görebiliyorum. Bir gün beni evden kovsalar da ben de bir trene atlayıp gitseydim oralardan diye kasıtlı serserilikler yaptığım çok olmuştu. Ama hiç olmadı. Ben manyaklaştıkça ailemin normallik eşiği yükseliyordu galiba.

Şimdi baktığımda gidebileceğim en uzak noktanın Kurtalan olduğunu gördükçe hayal kırıklığına uğruyorum. Demir ağlarla örülen vatan sathında demiryoluyla yolculuk aslında çok da geniş bir alan değilmiş. Üzüyor beni. Haydarpaşa’dan binince 45 saat sonra Kurtalan’dasın. Üç beş seyahat sonunda demiryolları tükenince daha incelikli davranmaya başladım. İstanbul-Ankara güzergâhı, İstanbul- Konya güzergâhı, Ankara-Kars ve Ankara-Diyarbakır güzergâhları olmak üzere değişik seçenekleri olan yolculuklar keşfettim. Her güzergâhın yolcu profili, insan tipleri, tren çeşitleri ayrı ayrıdır.

Doğal olarak tren seyahat için benim ilk tercihimdir. Tren sesiyle iç içe olmanın yanı sıra kurulan dostlukların büyüsü beni çeker. Tren genelde gariban sınıfın, yani hakiki anlamda halkın tercih ettiği bir araçtır. Trende gerçek insanlarla tanışırsınız. Güzergâhlarına göre tren yolcuları çeşit çeşittir.

Diyarbakır’a giden işçiler ki her biri bir oyun havasıdır Ankara’dan sonra. Ankara’ya kadar memurlar, öğrenciler, işçilerle dolu karmaşık bir yolcu profili mevcuttur. Baskın çıkanlar memurlar ve ticari başarısızlıklarının arkasındaki komploları anlatan ticaret erbabıdır. İhtiyar memurlar ya torunlarını görmeye gidiyorlardır ya da emeklilikle ilgili derin ve oldukça karmaşık bir mesele için bir tanıdık ziyaretine. Bilmedikleri az şey vardır. Politikacılarla olan yakınlıkları, zamanında namuslu olduklarından dolayı kaçırdıkları fırsatların envaisiyle muhabbet kumkumalarıdır onlar. Tüccarlar ki, alacak meselesi veya batmış bir işten sonra memleket havası almak için yoldadırlar. Genel özellikleri iflah olmaz hayalperestler olmalarıdır. Muhakkak tanıdıkları büyük adamlar vardır ve kuracakları bir sürü alternatif çok paralı işler.

Burada tren dostluklarının en önemli hususiyetini hatırlatmam gerekir. Tren dostlukları trende başlar ve trende biter. Saatlerle sınırlı ve bir daha karşılaşma ihtimali çok düşük dostluklar tabii olarak yüksek bir güvenlik duygusuyla hemencecik kuruluverirler. Bu güvenlik duygusunun rahatlığıyla muhayyilenin zenginliği bir araya geldiği zaman Cumhuriyet tarihinin hiç bilinmeyen komplolarından, karanlıkta kalmış meselelerine ve devlet mekanizmasının bilinmeyen kurumlarına uzanan derinlikli sohbetler dallanır budaklanır. Ben işin bu derinliğini çok çabuk keşfettim. İnsanlarla didişmedim hiç. Derin bir hayret duygusuyla sorular sorarak ve bazı kitabi bilgileri de verilen nadide bilgilerle birleştirerek muhatabımın zevkten dört köşe olmasını sağlamadım hep. Bununla birlikte hiç gereği yokken kendime yeteri derecede ilginç bir hayat hikâyesi uydurmak işin en önemli taraflarından biri olurdu. İsmim dâhil yepyeni bir insan veya bambaşka birçok insan olmak tren seyahatlerimin en önemli veçhesini oluşturdu. Zarasız hikâyelerdi hepsi de. Üstelik muhatabım sormadan kendimle ilgili fazla bilgi vermemem gerektiğini kuralını benimsemiştim.

Ankara’dan sonra, Yozgat, Kayseri ve Sivas yolcuları bir araya gelir ve memleketçilik başlar. Diyarbakır ve diğer doğu yolcuları da kendi aralarında duruma göre ayrılırlar. Yozgat’tan sonra halay çekenler, radyo ve teyplerini açanlar çoğalır. Kurulan geçici dostluklar aynı zamanda kompartıman kapatmaya dönüşür.

Tren yolculuklarında pencereden bakarken ve dağ başlarındaki tenha köyler ve evler gözüme çarptıkça ve trene taş atan çocukların hınzırlığıyla karşılaştıkça hep demir yolu kenarındaki evimizi hatırlarım. Dünyanın sadece ev ve çevresinden ibaret olduğu o masalı geride bırakmış olmanın hüznü dolar içime. Bu hüzünden kurtulabilmek için daha çok uzaklara gitmek, yollara çıkmak, bilmediğim yerlere gitmek, gitmek hep gitmek isterim.

Wednesday, December 05, 2007

Üzgün Kayısı Ağaçları

Doktor kayısı ağaçlarını bilir misiniz? Bilirsiniz tabii. İnsan hiç kayısı ağaçlarını bilmez mi? Benim büyüdüğüm yerde kayısı ağaçları çoktu ve her birinin bedeninde ve yapraklarında derin bir hüznü görebilirdiniz. Her birinin bambaşka acıları olduğuna yemin edebilirim doktor. Çok üzgün kayısı ağaçları tanıdım ben. Soluk yaprakları ve kurtlu gövdeleri olanların dışında, ağlamaklı kayısılardan bahsediyorum ben. Dışarıdan baktığında parlak yaprakları ve sağlam bir gövdesi olan kayısı ağaçlarının hüznünden bahsediyorum ben. Yoksa bedeninde yarıklar oluşmuş, fırtınada dalları kırılmış ve kurtçukların açtığı deliklerden ufalmış selüloz dökülen kayısıların hüzünlenmek için çok sebebi olabilir. Kayısılar bir insan ömrü kadar yaşarlar. Ellisinden sonra pek de makbul kabul edilmezler. İnsani hususiyetleri kayısılarda görme eğilimi taşıyorsunuz gibi geliyor bana. Bu bir kayısı hastalığı değil doktor. Herkesin gözünden kaçmış olamaz mı? Herkes yanılıyor olamaz mı doktor? Kayısıların hüznünü görememiş olmak, fazlaca insan olmaktan kaynaklanıyor olamaz mı? Nasıl?

Hayır, doktor, ben size beni dinlemeniz için para veriyorum. Siz dinleyin beni, beni tedavi etmek gibi acayip bir sorumluluğu da nerden çıkarıyorsunuz. Şimdi benim kaysı saplantısı taşıdığımı ve aslında anlattıklarımın kuruntu olduğunu ispat etseniz ne olacak? Ama bu durumda siz hem para kazanmış olacaksınız hem de haklı çıkmış olacaksınız. Ben hem para ödeyeceğim hem de haksız çıkacağım. Yoksa başka yerlerden de para mı alıyorsunuz? Toplumun bütün üyelerinin aynı gerçeklik duygusuna sahip olması size paradan başka ne kazandırıyor doktor? Normallik herkesin ihtiyaç duyduğu bir şey, ben de benzer bir ihtiyaç sahibiyim. Peki, bir eksik olsa ne olur, bir tarafın eksik mi olur? Ama ben toplumda sizin gibi vak’aların normalleşmelerini sağlamakla toplumun parçası olabiliyorum. Sizi tasdik edersem sizden ne farkım kalır. Doktor biz farklıyız zaten ve farklı olmak ne zaman toplumun birincil sorunu oldu? Zaten kayısıların üzgünlüğü de bence aynı kökene dayanıyor. Ben kayısılar üzgün diyorum siz gayri safi milli hâsıladaki payımla orantılı bir gerçeklik duygusu taşımam gerektiğini iddia ediyorsunuz. Ne olur sanki istatistiklerdeki yerim sizi rahatsız etmese de geçinip gitsek. Ben kayısı ağaçlarından bahsedebilsem, siz de aldığınız paradan memnun kalsanız. Ben kayısıları tanıdığımda toplu halde üretim çiftliklerinde ıslah edilmeleri ve büyük bahçelerde sıradanlaşmalarının başlangıç aşaması geride kalmıştı. Bilimin alanına girmişlerdi çoktan. Köşede bucakta başını diken, müsaade edilse çekirdeği acı da olsa çok güzel kayısıları olan avare kayısılar piç muamelesi görüyorlardı. Endüstri değeri yok diye küçükken sökülüyorlardı. Büyümüşlerse odun yapılıyorlardı.

İnsanlar yoldan çıktıkça, kaysılar ıslah ediliyordu ve ıslah edilenler ip gibi sıralanarak bahçelerde sürü muamelesi görülüyorlardı. Sonbaharda görecektiniz onları! Hüzün sapsarı bir yığın halinde toprağı kaplardı. Gidip sırtüstü yatardım o hüzünlü yaprakların ortasına. Yukarıdan acıya bulanmış birkaç yaprağı düşüşünü dikkatle izlerdim doktor. Nasıl bir kimsesizlik ve acıya tahammül edememezlik ağırlığıyla toprağa serilirlerdi bilemezsin doktor. Nasıl? Ağaçlar sonbaharda yaprak mı döker? Doğru söylüyorsun doktor, ama sen bir fakir ölüsünün sessizliğini ve sadeliğini nerden bileceksin ki kayısıların hüznünü anlayabilesin. İnsanlar ölür ve güneş doğudan doğar doktor, aksi ispat edilene kadar buna inanmanın mahkûmiyeti çarpmış sizi. Biliyor musun doktor? Hayır. Kıyametin koptuğu akşam saatinde lüks mobilyaları olan evinin kapısında beni bulacaksın. Ve o zaman, güneşin mızrak boyu yaklaştığı ve akşamın kızgın bir öğleüzrinedönüştüğüeriticikahredicianda parmaklarındaki tırnakları teker teker kerpetenle çekeceğim. İşte o zaman, şimdi zamanı tıkırtılarıyla rahatsız ettiğin tırnaklarından sabırsızlığı da sökeceğim. Ne bu, bir tehdit mi? Hayır doktor, neş’esini yitirdiğim sabahların intikamı.

Sunday, December 02, 2007

yaşamak acısı

bilemezsin ellerimin sabırsızlığını ve
bu yanlış kasım sonunda yanı başında
susarak beklemek acısını