Tuesday, July 31, 2007

Fas



Kazablanka

Tunus’ta son birkaç gün acaip bir bedbinlikle geçmişti. Kendimi halsiz perişan buluyor ve ilgiyle izliyordum. Sebebinin ne olduğuna dair bazı fikirlerim olsa da açıktan söylemekten çekiniyordum. Tabi şimdiki farkındalığım olmadığından çok içte bir yerlerde kendimi izlemekteydim. Kendime karışmamanın zaman zaman işe yaradığını gördüğümden, kendime bişey demeden güneşin kayboluşunu ve kilometrelerin akışını izliyordum. Tunus başkentte geçirdiğim son günün akşam saatlerinden birinin bir kısmını Süleymaniye medresesinde bir defile izlemekle geçti. “Modern ve gelenekseli kucaklayan” bu defile bir süre sonra kusuntu hissi uyandırmaya başlayınca müdire hanıma nezaketen veda edip Fas için hazırlanmaya gittim. (Yorgun ruhum ve dağınık çantamdan başka ne varsa artık!)
Çok benzer bir ruh haliyle Kazablanka’ya indim. Önce Cafe France’da bir kahve içip insanları izledim.(Özel bir anlamı yok, sadece insanları izlemek, şehrin sakinlerine alışmak. Bu arada hemen her yerde “Cafe France’lardan var.) Sonra bedbin (kötümser mi demeliyim acep? Devrime saygı) halimden çıkmadan Medinel Kadima’da kalabileceğim bir otel aradım. Victoria oteli. Tamam.
Sırtımda çanta olmadan (11.3 kg) yürümek iyi geldi. Cafe France’tan daha cafcaflı bir Cafeye oturdum. Kahvemi ve paketimdeki son Tekel 2000 sigaramı içerken garsondan en iyi yerli sigarayı öğrendim. Marquise (Markiz okunuyor!). Sonra hiç gereği yokken tuvalete gitmek istedim. Hala Tunus ruhdurumundayım malum. Tuvaletin kapısını açtığımda tarihe “Fas Aydınlanması” olarak geçecek muhteşem dönüşümü yaşadım. İlk iki saniye bembeyaz alaturka tuvaletin taşlarını algılamakla geçti. Yanılmadığımı anladığım anda yaşadığım net duyguların bir kısmı: Tunus’ta değilim. Artık alafranga tuvaletlerin tepesine tünemeyeceğim. Yeni bir ülkedeyim. Yeni bir şehirdeyim. Buranın tuvaletleri alaturka. Başka insanlar arasındayım. Ben burayı çok sevdim. Burayı mı tuvaleti mi? Bilmiyorum. Sevinçliyim. Sevindim. Ama efendim… Bırak Olric, vesvese verme.
İnsan bir şehri tuvaletlerinden başlayarak severse sağlam bir ilişkinin başlangıcından bahsedilebilir. “Ben Kazablanka’yı sırf tuvaletlerinden dolayı sevdim.” Nasıl? İyi efendim. Sana sormadım. Tamam efendim.
Markiz sigarasından yaktığımda rahatsız edici bir tat duymamak beni memnun etti. Sonraki günlerde de memnuniyetim devam etti. Sokaklara çıktım. Her şey bir başka görünmeye başlayınca gereksiz anlamlar ve işaretler bulma hastalığım da nüksetti. Normalleşmek için bir cami buldum. Camiden daha sakinleşmiş olarak çıktım.
Eski şehrin duvarlarını sağ yanıma alarak Atlantik okyanusuna doğru yola çıktım. Hedefim 2. Hasan Camii. Oldukça dağınık ama insan sıcağı olan mahallelerden geçiyorum. Biraz dinlenmek için bir pastaneye girince yoğurdun varlığını keşfediyorum. Ben burayı gerçekten seviyorum. Tunus’ta yoğurt bulamamaya alışmıştım. Ama neden her şeyi bu kadar çok karıştırıp karşılaştırıyorsunuz efendim? Buralara yoğurt var mı diye bakmaya mı geldiniz? Bişey mi arıyordunuz? Hayır konuşacağım! Ne arıyorsunuz? Yardımcı olayım! Biraz süslü duvar, büyük bir cami, bir tutam Atlantik, üç-beş sinagog; bu Kazablanka menümüz. Marrakeş’te biraz baharatlı ortaçağ eğlenceleri, kırmızıdan başka bir rengin olmadığı sokaklar, Türk tadında döner ve üç-beş yabancı. Yerle gök arasındayız. Zamanlardan modern zamanlar. Düğünler ve cenazeler hep aynı anda oluyor. Ne arıyorsunuz efendim? Huzur. Bizde kalmadı ama epey deri terlik, iki kırmızı Berberi halısı ve üç maymun kaldı elimizde. Terlikleri giyip kırmızı halı üzerinde yürürken maymunlar sizi eğlendirecek efendim. Kim nerden bilsin ki Süleyman’ın sefirisiniz. Maymunlar kamuflaj için. Görevinizden kimsenin haberi olmayacak. İşte geldik efendim. Aydınlatmayan deniz feneri. Sus Olric acı acı konuşma. Senin için kararmış. Fenere laf atma. Kimin neyi nasıl aydınlattığını nerden bileceksin. Bir kere sen pozitivistsin. Gördüğünden başkasına inanmazsın sen. Ben sizin inkârcı vicdanınızım efendim. Faydamı inkâr edemezsiniz. Bütün korkutucu fikirlerinize sevgi gösteren tek kişiyim ben.
Sisler içinde bir deniz feneri. Terk edilmiş. Hayır, terk edilmemiş. Etrafını Bidonville kuşatmış. İşimize bakalım. http://picasaweb.google.com.tr/ismailaydin/DenizFeneri

FAS-2

Beyaz Belde’den sonra önce güneye yönelmeye karar verdim. İlk durak Azamur. Önce şehir duvarlarının etrafını dolaşıyorum sonra o muhteşem karmakarışık sokaklarda kendimi kaybetmeye bırakıyorum. Abid Si Mohammed’le tanışıyorum. Kazablanka’da Suudi konsolosluğunda güvenlik görevlisi. Benim olmayan Arapçam onun olmayan İngilizcesiyle yarım saat kadar muhabbet ediyoruz. Ayrılırken bana telefon numarasını veriyor ihtiyaç duyarım diye. Yanında bir de hediye veriyor: Bir fotoğraf: Kendi bahçesinde, bir banyo küvetinde keyif yapan ördeklerinin bir resmi. Küvet toprağa gömülmüş ve ortalıkta bir anaç ördek beş-altı yavrusuyla ve ailenin diğer üyeleri; aralarında bir de kaz var. Kim bilir nereye dökülecek bir şefkat ve muhabbet dalgası bana böyle uğruyor. Şimdi düşündüğümde, neden hiç hayret etmeden ve hiçbir riyakârlık duygusuna kapılmadan hediyesini ve kopuk kelimelerini gayet normal bir tavırla karşıladığıma şaşıyorum. Tanımadığınız, dilini anlamadığınız bir insanın verdiği hediye bahçesindeki ördeklerin resmiyse ve siz yolcuysanız ve şaşırmıyor ama “normal(neyse normal artık)” hayatınıza döndüğünüzde şaşırıyorsanız keramet sizde değil yolda ve yolculuktadır. Yola ve yolcuya hürmeti ve muhabbeti asla esirgeme!

16. yüzyılın başından 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar Atlantik sahilinde Azamur’dan başlayıp, El Cedida ve Es Savira’ya kadar olan bölge Portekiz egemenliğinde kalmıştır. Muhtemelen Ümit Burnu’na kadar olan bölgenin kontrol altında tutulması ile ilgili olmalı. El Cedida çok renkli ve canlı bir şehir. Beyaz renk devam ediyor. Yeni şehir alabildiğine Fransızken eski şehir alabildiğine Faslı. Tunustan sonra yemek yemenin keyfini çıkarıyorum. Bir lokantaya oturup “kofte” ısmarlıyorum. Karşıdaki kasaptan et alınıyor ve öyle hazırlanıyor. Ardından nane çayı. (Abi Allah rızası için şekeri yanında getir diye inliyorum ama bir avuç şeker bardağın içinde dalga dalga! Bunu söylemeyi başardığım yer Tanca ve ondan sonra da önce Kazablankaya sonra memlekete dönüyorum.) Şekerin yoğunluğundan azar azar içip üstüne su ekletiyorum. Cedida da Portekiz sarnıcı görülecek yerler arasında sayılıyor ama beni cezbeden Camii Kebirin arka cephesindeki girişin revakları oldu.

Es Savira Afrikanın sörf merkezi olarak biliniyor. Yaz ortasında geceleyin üşümek mümkün, okyanustan gelen rüzgâr yüzünden. Es Savira’da inatla okyanus kenarında çadırda kalıp sabah yüzmek istiyorum. Kamp yeri aramalarım boşa çıkıyor. En son sorduğum Emin isimli delikanlı beni ısrarla kendi evinde kalmaya davet ediyor. Biraz İngilizcesi var. Olmazlanmak istiyorum ama nafile. Türkiyeden geldiğimi kardeş olduğumu söylüyor ve “onun evinde kalmak zorundaymışım”. Ailen diyorum, öğrenciymiş. Aslen Marrakeşliymiş. Evinde hemen nane çayı yapıyor. Çay içiyoruz ben de şartlarımı söylüyorum. O gece uzun bir muhabbetten sonra uyuyoruz. Sabah Medinal Kadima’da (eski şehir) attarlar çarşısında kahvaltıya gidiyoruz. Börek, peynir, kaymak, bal ve zeytin alıyoruz farklı, rengarenk ve envai çeşit kokusu olan dükkanlardan. Atarlar çarşısındaki kahvehanede “lipton çayı” varmış. (Nane çayı ile kahvaltı, fikir olarak bile güzelim menünün yanında ürkütücü geliyor.) Adından kahveler. Türk kahvesi yok ama espresso ile yetiniyorum. Sefil öğrenciler hesabı ödemek için çırpınıyorlar ama şartnameye uymaları gerektiğini ve bu borcu ilerde öğrencilere ödemeleri gerektiğini hatırlatıyorum. Şehirde dolanıyoruz. Sahildeki Portekiz kalesinde 1700’lerden kalma toplar ve martılar arasında Atlantik’i izliyoruz. Es Savira aynı zamanda balıkçılık merkezi. Öğle yemeğinde çipuraya benzeyen bir balık çeşidinde karar kılıyoruz.

Es Savira’dan sonra doğuya, Marrakeş’e doğru yön değiştiriyorum.


HURDA TEFFERRUAT
1. Fas’a “Fas” diyen tek ülke Türkiye. Fas’ın Fas’taki ismi “El-Mağrib”. Batı dillerinde “Morocco” deniyor.
2. Kazablanka iki milyondan fazla insanı barındıran Fas’ın en büyük şehri ve ekonominin merkezi. 1900’lerin başında Fransızlar tarafından liman şehri olarak seçilince küçük bir şehirden metropole dönüşmüş. “Casa blanca” beyaz ev anlamında, İspanyolcadan. Faslılar “Dar-ul Beyza” diyorlar ki aynı anlamda. Kimin kimden aldığı bana malum olmadı ve önemi de yok.
3. “Bidonville” Türkçede gecekonduşehir kelimesi ile karşılanması makul olan bir sosyal bir hadise. Evler nebulunmuşsa ile yapılan cinsten. İstinasız hepsinin tepesinde uydu anteni var.

Tunus

Fotoğraflar için: http://picasaweb.google.com.tr/ismailaydin/Tunus

İstanbul-Tunus uçağına bineceğimden hep şüphe duydum. O kadar olumsuzluk ardı ardına gelince muhakkak bir yerde beni durduracaklar gibi bir düşünce kafamda yer etmeye başlamıştı. Pasaport kontrolünde iki ihtimal vardı; ikisinin de olma ihtimaline rağmen bir ihtimal daha çıktı. İlk iki ihtimalden birincisi vergi borcum olması ikincisi asker kaçağı olma durumumdu. Dolayısıyla üçüncü ihtimal olan sorunsuz uçağa gidebilme ihtimali çıktı ve içim huzur içinde uçağa gittim ve yerime oturdum. On dakika sonra yerimin bir başka sahibi çıkınca, kendimi Kurban Bayramında otogarda sandım. Uçak görevlisi ikinci kişiye boş bir yer buldu ama Tunuslu vatandaş hiç gitmek niyetinde olmayınca, yarı yolda indirilmeyeceğim garantisiyle ben kalktım.
Tunus denince zihnimde yeri olan birkaç şey vardı. Birincisi Cerbe adası, ikincisi başörtüsünün sokaklarda yasak olduğu, üçüncüsü Ukbe bin Nafi’nin şehri Kayrevan. Cerbe adası çocukluğumdan beri bildiğim efsanevi bir korsan adasıydı. Barbaros Hayrettin Paşa’nın korsanlığa başladığı yer. 1510’lu yıllarda, o zamanlar Hızır Reis olan Barbaros, abisi Oruç’la birlikte Cerbe’de buluşup Akdeniz’in kaderini belirleyecek kariyerine başladığında, Cerbe adası kaçakların, korsanların, sürgünlerin sığındığı uluslar arası bir mekânmış. Benim çocuk zihnimde kalan, Hızır Reisin bir Venedik kalyonunu zapt edip adaya gelmesiyle birlikte diğer korsanların saygısını kazandığı ve diğer Türk korsanları etrafına toplayıp Akdeniz’in kontrolünü ele geçirmesi, İspanyada engisizyon mahkemelerinde yakılan Müslüman ve Yahudileri Kuzey Afrika’ya taşımaları vardı. Cerbe’den sonra Tunus sultanından Halkulvad limanını kullanma iznini alınca Barbaros kardeşler rotayı Cezayir’e çevirirler. Cezayir beylerbeyliği Kanuni döneminde, Barbaros Hayrettin’in büyük bir filoyla İstanbul’a gelip padişaha bağlılığını bildirmesiyle kurulur.
Rüyalarıma girerdi kızıl cepkenli korsanlar. Eğri palalardan kan damlar, kemik çatırtıları kulağıma kadar gelirdi. Güvertelere kum dökülmeye başladığında direkteki gözcü çoktan bir Malta veya Venedik gemisinin ufukta göründüğünü haber vermiş olurdu. Kan oluk oluk akmaya başladığında kum çıplak ayaklı leventlerin kaymasını engellerdi. Düşman gemisi yedeğe çekildiğinde güverte temizlenir, yıkanır ve yaralıların iniltisiyle beraber Akdeniz’in mavi sularında bir akşam namazı kılınırdı.
Başkent Tunus’ta Kartaca havaalanına inince biraz dinar aldım ve bir taksicinin çekiştirmesine ses çıkarmadım. “15 dinar” deyince hiçbir şey demedim ve gülümsedim sonra sırtımı dönüp giderken “5 dinar” dedi. Şehir merkezine doğru yola çıktık. Eski bir Fransız sömürgesi olduğunda herkes Fransızca biliyor. İlk dil dersini taksiciden aldım doğal olarak ve seyahatin geri kalanında İngilizce kullanamadığım durumlarda, Arapça, Fransızca karışımı bir dil kullandım. Tabi bu, benim Arapça veya Fransızcadan herhangi bir şey bilmemden değil, İngilizce-Fransızca ve Arapça-Türkçe ortak alanlarından istifade ederek kurduğum temel ihtiyaçlar diliydi.
Şehir merkezinde taksi şoföründen kurtulmam biraz zaman aldı, zira yardımsever ve misafirperver Tunuslu ille de beni bir otele götürmek istiyordu. Ondan kurtulunca Tunus sokaklarına adadım kendimi. Aşağı yukarı birbirine benzeyen Fransız şehir planlaması ürünü sokaklardan çabuk sıkıldım ama İbni Haldun’un heykelini geçip eski şehre (Medinal Kadima) ulaşınca rahatladım. Bir anda kendimi dar sokaklarda ve çarşılarda buldum. Herhangi bir yeri bilmediğimden dolayı kayboldum demem için bir sebep olmakla birlikte, anlamsız gibi gözüken sokakların karmaşasında anlamsız gözüken bir gezmeye daldım. Bir süre sonra birkaç defa aynı sokakları geçtikten sora, mekâna dair bir fikrim oldu. Bir süre sonra Zeytuna camiine vasıl oldum. Tunus’taki en eski camilerden biri. Öğle namazını kıldıktan sonra dışarı çıktığımda artık merkezi bilmenin rahatlığıyla sokakları arşınlamaya devam ettim. Süleymaniye medresesini bulmam zor olmadı, bildiğimden değil tabii. Binanın girişindeki çinileri görünce yandaki tabelayı okumaya çalıştım: “Süleyman” ve “medrese” kelimelerini tanıyınca hemen içeri daldım. Çok tanıdık bir mekân. Beyler döneminde yapılan Osmanlı yapısı. Mimari; Osmanlı medrese planı, tezyinat Endülüs Arap. Müze ve kültür merkezi olarak kullanılıyormuş. Müdire Saliha hanımla tanışınca Tunus üzerine teferruatlı konuşacağım ilk kişiyi de bulmuş oldum. Saliha Hanım tarih doktorası yapmış ve İngilizcesi iyiydi. Medreseyi gezdirdi. “Devleti Osmaniye” ve Türkiye, Tunus’un modernliğinden ve Atatürk’ten bahsettik. Tunus’un Fransız sömürgesinden kurtuluşu sonrası cumhurbaşkanı olan Habib Burgabi bir Atatürk hayranıymış. Hatta Tunus’ta “Kemal Atatürk” caddesi bile var. Biz medreseyi gezerken Tunus’un şair ve edebiyatçılarının periyodik toplantılarından biri başladı. Saliha Hanım aracılığıyla onlarla tanıştım. Türkiye denince bilmiş bir edayla baş sallıyorlar. Müslüman olup olmadığımı sordular. Saliha Hanım 15 dakika önce beni sınav yaptığından emin bir sesle Müslüman olduğumu onlara anlattı. Saliha Hanım’a Müslüman olduğumu ispat etmek için birazda ısrar üzerine, ellerimi dizlerime koyarak bir fatiha okumaklığım gerekmişti. Nerden bilebilirdim ki yol boyunca tanıştığım her Tunuslu benden aynı şeyi isteyecek. “Müslüman’ım” deyince “ikra” diyorlar. Bunu iki sebebi vardı kanımca. Birincisi ki en önemlisi; sadece kendilerinin Müslüman olduğuna dayanan ilginç yanılgı durumu. İkincisi Türkiye’nin laik yapısı.
İkindi sonrasında Tunus’a yakın bir şehir olan Sidi Abu Said’e gittim trenle. Kartaca kalıntılarını ertesi güne bırakıp şehre gittim. Çok şirin bir Akdeniz kasabası. Beyaza badanalı evleri begonyaları, yaseminleri ve deniziyle insanı mest eden bir mekân. Girişte bir kahvehaneye oturup kahve içtim. Tabi Tunusun kahvehaneleri bahse değer bir konu. Öncelikle çok güzel yerler. Çinili, rengârenk ve şirin yerler. Çay deyince bildiğimiz siyah çayın esamisi okunmuyor. Nane çayı var ve Fransız mirası kahve çeşitleri: Sütlü kahve, espresso. Türk kahvesi yapan yerler de vardı ama memleketin kahvesini çok aradım.
Sidi Abu Said’de ilk dikkatimi çeken kapıdan içeri girince bir müze eve girdiğimi fark ettim. 1900’lerin başında Tunus müftülüğü yapmış Tayyib bin Ennebi’nin eviymiş. Endülüs usulü ahşap ayrıntıları ve süslemeleri, selsebili, yasemin ve begonya çiçekleriyle baştan çıkaran bir güzellik. Terasından şehri temaşa etmek de mümkün.
Sokakları gezerken daha önce dikkatimi çeken bir şeyi yaptım. Erkekler kulak arkasına çiçekler koyuyorlardı. Bende sokakta yasemin satan bir çocuktan beyaz yaseminle alıp kulak arkasına yerleştirdim. Sidi Abu Said Akdeniz kıyısında ama yüksekçe bir yerde. Kayalık bir yerden denizi seyrederken yanıma gelen bir gençle evrensel dilde konuşurken veya konuşmaya çalışırken, yanımıza iki hatun kişi geldi. Biri kız kardeşi diğeri nişanlısıymış. Aslen Cezayirlilermiş ama Tunus’ta üniversitede okuyorlarmış. Türkiye kelimesini duyunca derin bir muhabbette daldık. Tabi onlar kendi aralarında konuşuyorlar hararetle sonra arada benim hakemliğime başvuruyorlardı. İletişim daha çok işaret ve Türk-Arapça veya Franclish aracılığıyla mümkün olabiliyordu. Konuşacak bir şey kalmayınca yaseminleri hatun kişilere hediye ederek onlara veda ettim.
Onlardan ayrılınca akşam tenhalığında plaja indim. Akdeniz’e merhaba dedim. O kadar kaynaştık ki o gece orda kaldım. Ay ışığında, plajın bekçisi Hişam’dan aldığım “şez”e oturup yıldızlara ve denize baktım saatlerce.
Kartaca'daki Roma kalıntılarına olan ilgisizliğimi kendime pek açıklayamasam da gezmekten kendimi alamadım. Romalıların ortalıkta saçılmış bu birbirine pek benzeyen taş yığınlarına baktım, hatta bazen ilgileniyormuşum gibi davrandığım bile oldu. Mustafa Armağan’ın İvan İlyiç’ten aktardığı kadarıyla Kartaca kurulurken bir tılsım yapılmış. Bir çift beyaz öküze koşulu tunç bir sabanla şehir dıştan içe sürülmüş ve merkezde düğümlenmiş. Fenikelilerin kurduğu bu şehir Romanın kâbusu olmuş. Defalarca Roma işgaline uğrasa da tekrar dirilmiş ve dikilmiş Roma’nın karşısına. En son Roma komutanı Scipius tarafından talan edilmekle kalınmamış şehrin kuruluşundaki tılsım da bozulmuş. İşlem Fenikelilerin yaptığının tam tersi. Tunç bir sabanla şehir merkezinden dışa doğru. Böylece şehri koruyan tılsım bozulmuş ve yerine hemen Roma tapınakları ve binaları inşa edilmiş. Fakat tılsımı bozulan şehir anlaşılan kimseye yar olmamış. Fransız sömürgesinde koruma altına alınan harabeler doğal olarak Roma kalıntıları. Kartaca kalıntılarının olduğu bölgede cumhurbaşkanlığı sarayı da var.
Tunus merkeze döndükten sonra güney şehirlerine doğru yola çıkacağım. Yol sorduğum bir üniversite öğrencisiyle konuşurken atalarının Türk kökenli olduğunu öğreniyorum. Soyadı “Obay” imiş. Süleymaniye medresesinin müdiresi Saliha Hanım “Bey, Ağa, Paşa” soy isimli birçok aile olduğunu söylemişti. Nebul şehrine doğru yola çıkıyorum. Yolda her taraf yemyeşil, zeytinliklerle dolu. Daha güneye indiğimde ise kilometrelerce devam eden zeytinliklerle karşılaşıyorum. Tunus’un çölle özdeşleşen imajı değişiyor zihnimde. İklim Akdeniz. Nabul turistik bir yer tıpkı diğer sahil şehirleri gibi. Açık camii bulamadığımdan epey bunaldım. Tunus’ta camiiler namaz vakitleri dışında kapalı tutuluyor. Sebep radikal bazı örgütlerin camileri propaganda mekanı olarak kullanması. En çok dokunan ise tarihi ulu camilerin kapalı olması. Turistler huzur içinde içeri girip fotoğraf çekerken namaz kılamamak acı bir olay tabii. Fakat hıncımı görevlilerden çıkardım. Hepsiyle usanmadan uzun uzun tartıştım. Müslüman olduğumu ve namaz kılmak istediğimi belirterek camiye girmek istedikçe beni kucaklayarak engellemek zorunda kaldılar. Açıkçası pek izah edilebilecek bir durum olmadığı ortada. Mabet ibadet için ve adamın görevi ibadeti engellemek orta sınıf Fransızların fotoğraf çekmelerine hizmet etmek.
Nabul’den Sussa şehrine geçtim. Sussa oldukça büyük bir şehir ve turizmin en önemli şehri. Eski şehir duvarlarla çevrili, iç kale ve Ulu Camii olduğu gibi duruyor. Çarşısı yabancı kaynıyor. Bir gece kaldıktan sonra Kayrevan’a gittim. Ukbe Bin Nafi’nin şehri. Kayrevan “ordugâh” anlamına geliyor. Kuzey Afrika’da kurulan ilk Müslüman şehri. Ukbe bin Nafi ordusuyla beraber bölgeye geldiğinde yerleşime uygun bulduğundan bir süreliğine dinlenmek için yerleşmeye karar verir. Fakat su ihtiyacını gidermek için bir kuyuya ihtiyaçları vardır. Kuyu için yer tesbit etmek için çalışırlarken ordudaki Uta isimli köpeğin bir yeri eşelediğini fark etmişler. Ve kazılan yerden su çıkmış. Bu şehirde Es-Saad isimli delikanlıdan dinlediğim hikâye. Kuyu hala duruyor ve Bir-i Uta (Biruta) deniyor köpeğin ismine hürmeten.
Peygamber efendimizin berberinin türbesinin olduğu söylenen bir camide ilginç bir hadiseye sahit oldum. Kayrevan’ın sünnet edilecek bütün çocukları türbenin bir köşesinde sünnet ediliyor.
Kayrevan’ın su sarnıçları ve Ukbe Bin Nafi Camii diğer önemli mekânlar. Cami açıktı ve hafızlık çalışan çocuklar avluya dağılmış sesli bir şekilde Kur’an okuyorlar.
Sfax güneyin ekonomik başkenti. Fazla durmadan Cerbe adasına doğru yola çıktım. Cerbe sahilinde sarhoşları ve hayat kadınlarının piyasa yaptığı iğrenç kokan atmosferinden çabucak uzaklaşıp Gazi Mustafa Paşa kalesini selamlayıp, caminin birine sığındım akşamüstü. Akşam namazındaki kalabalığı sevdim bir tek. Kalmaya tahammül edemedim ve Gabes’e doğru yola çıktım. Gece yarısı Gabes’e ulaştım. Açık bir büfede bir şeyler atıştırmak için girdiğimde Libya’da Türklerle birlikte çalışmış bir Tunusluyla tanıştım. “Kardaş, arkadaş” kelimelerinin yanı sıra kopuk kopuk üç beş kelimeyle derin bir muhabbete daldık. Anlaşmak için dile ihtiyaç olmadığını bir daha fark ettim. Gerçekten de aynı yoğunlukta iletişim ihtiyacının olduğu durumda üç beş kelimeyle ne çok şey anlatılıyormuş.
Ertesi gün Kebil’e ordan da çölün kıyısındaki Sabriye köyüne gittim. Bir bedevi ailesinin evinde akşam serinliğini bekledim. Kuskus pilavı yedik. Akşama doğru Ali isimli aile reisi deveyi hazırlamaya başladı. Gerekli malzemeyi yükledikten sonra çöle doğru yola çıktık. Gerçi köyün bulunduğu yer zaten çöl. Akşam karanlığı çökmeden kamp yapacağımız yere ulaştık. Ali devenin ayaklarını başladıktan sonra odun bulmaya gitti. Derin bir sorumsuzluk ve kayıtsızlık içinde çevrede dolandım. Kum tepecikleri arasında ufak çöl bitkilerini inceleyerek dolaştım. Sonra Ali döndü, kucağında kuru otlar ve bazı köklerle. Ateş yaktı. Yemek yaparken bir ara benden bir şeyler istediğini fark ettim. Elinde soğan doğrama taklidi yapınca bıçak istediğini fark ettim. Olmadığı belirtim. Kaşıkla soğanı doğradı. O kadar kayıtsızdım ki iki gün sonra Fas’ giderken bu olayın aslında komik olduğunu fark edecektim.
Yemek yedikten sonra yanımdaki poşet çayı çıkardım. Çaydan sonra kötü bir kahveden büyük bir fincan alıp biraz uzağa gidip sırtüstü uzandım ve yıldızlara baktım. Saatlerce bilincim tam uyanık o muhteşem manzarayı izledim. Issızlık ve tam sessizlik. (Bu kısımda uzun uzun anlatılacak bir şey yok.)
Akşam namazında Ali’nin imamlık yapmasını istedim. Kıratının bozukluğu bir yana İhlas süresini yanlış okuyunca “bedevi” kelimesi üzerine iyi düşünmem gerektiğini fark ettim. Sabah namazına üşümüş uyandım ve bir daha yatmadım. Güneşin doğuşunu izledim. Ali de uyandı ve kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Hamur yoğurdu ve ekmek şekli verdiği hamuru közlerim içine koydu. Kabartma tozu olmadığından hamurumsu bir ekmek çıktı ortaya ama dişlerimi fırçalamış olmanın sevinciyle kahvaltımı yaptım. Sonra döndük köye.
Sabriye’den Kebil’e döndüm tekrar. Çölün huzurunu şehirde kaybedince durmadan yol almak arzusuna kapıldım. Ve gün öğleden sonra Gafsa’ya oradan da Kassırayn’a gittim. Gece saat onda Tunus başkente doğru yola çıktım. Sabah namazında uyandığımda araba bir terminalde durmuştu. İndim arabadan ama bütün çabalarıma rağmen nerede olduğumu anlayamadım. Tunus’ta mıydım yoksa Bizerte’de miydim? Sonra Bizerte’de olduğuma kanaat getirdim ve şehir merkezine gidecek olan minibüse bindim. Uyuklarken arabanın yola çıktığını fark ettim. Bir ara gözlerimi açıp yola bakınca bir tabelada Bizerte’ye 50 km olduğunu gördüm. Tunus’ta olmuş olduğumu öğrendim o an. Huzur içinde tekrar gözlerimi kapadım. Bizerte Akdeniz sahilinde şirin bir şehir Tunusa 60 km uzaklıkta. Kahvaltımı orda yaptım. Şehri ikiye bölen büyük boğazın üzerindeki köprüyü yürüyerek geçtim. Kaleyi ve eski şehri dolaştım.
Tunus, başkenti dışında Fransız mimarisinden pek etkilememiş. Evler iki üç katlı ve kendine özgü mimarisiyle rengarenk. Endülüs etkisi bütün mimariye sinmiş.

Hurda Teferruat
1. Barbaros Hayretti Paşa ile ilgili birçok roman vardır. Aptullah Ziya Kozanoğlu (Türk Korsanları), Feridun Fazıl Tülbentçi(Barbaroslar Geliyor) ve Ahmet Yılmaz Boyunağa (Zafer Rüzgarları (Daha çok Turgut Reis’i anlatan bir roman)) öncelikle isimleri zikredilecek romancılardandır. Ama en önemli eser Ertuğrul Düzdağ tarafından latinize edilen, Barbaros’un “Gazavatı Hayrettin Paşa”sıdır. Kanuni Sultan Süleymanın emriyle yazdırılan bir eserdir.
2. “Tunus’ta Osmanlı Mimari Eserleri” isimli kitap mimari eserlerin envanterini çıkarması yanında Tunus’taki Osmanlı hakimiyetine ilişkin bilgiler de içermekte. Yazarı Kadir Pektaş.
3. Habib Burgabi Fransız sömürge dönemi sonrasından 1987’ye kadar cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Bir Atatürk hayranı olarak biliniyor. Ayrıntılı bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Habib_Burgiba Şimdiki cumhurbaşkanı Zeynelabidin bin Ali başbakanken Burgiba’nın hasta olduğunu doktor raporuyla tespit edip yerine geçmiş bir generaldir.
4. Tunus’ta sokakta başörtüsü yasağı şuan fiili olarak uygulanmıyor ama başörtülü olmak kamusal alanda sorunlar teşkil ediyor.