Saturday, December 29, 2007

Rüyalar Ve Fil Olmak ve Kahveli Bir Ruya(ü ile değil)

Benim bir rüyam var doktor. (Kavis değil rüya!) Açıkçası gördüm mü bu rüyayı yoksa görmeyi mi istiyorum ondan emin değilim. Gördüysem valla güzel rüyaymış ama görmediysem de harika bir fikir. Yani önemi yok görülmüş olup olmamasının, önemli olan benim bir rüyayla ilgili kelimelere bile sığdıramayacağım kadar güzel bir rüya fikrimin olması. (Ama galiba gördüm ben bu rüyayı, hatta ara sıra görüyorum!) Rüyalar ilginç şeyler doktor. Ama muhtemelen bilirsin, anlatmak her zaman problemli bir iştir. Mesela güzel bir rüya gördüm ben, sonra sabah içimde derin bir mutluluk duygusuyla rüyanın ruh halinde hafifleten bir yaşama duygusu sarar beni. Sonra tutar birine anlatmaya çalışırım. Anlatmaya, kelimeye dökmeye çalıştığım ilk anda bir saçmalık duygusu sarar beni ve kurduğum her cümleyle rüyanın büyüsünü kaybederim. Ve anlatmanın sonucu: “hiç de ilginç bir şey değilmiş” fikri.
Esasında rüya kelimelerle ilgili değildir. Rüya bir haldir, kavramlar ve kelimelerle hiç ilgili değildir. Tıpkı “fil olmak” gibi bişey. Mesela şimdi ben fil olsam, benim için fil olmanın ilginç bir yanı olmaz. Alt tarafı filimdir ve daha fazla bişey değilimdir. Filsem fil olmam bana ilginç gelmeyeceği için anlatılacak ilginç bişey de yoktur. Ve ben hiçbir filin “ben filim, ne ilginç” diye kasılarak dolaştığını görmedim. Demek istediğim şu: Rüyada fil olduğumu görmüşsem de aynı durum mevzubahis. Çünkü rüyadayken fizik kuralları işlemediğinden (en azından çoğu zaman) fil olduğumu görmüşsem bir fil olmanın huzurunu yaşamışımdır demektir. Sabah kalktığımda fil olmadığım için ve insan olduğum için, kendimi fil olarak görmenin ilginçliği vardır. İnsan olduğum için de kendimi fil olarak görmek doğal olarak bana ilginç gelecektir. Fekat kendim rüyamda filken bir fil olmanın sıradanlığını yaşadığımdan, hissettiklerim bir filin duygularıdır ve uyandığımda bir insan olarak bunları anlatmak rüyanın veya fil olmanın büyüsünü bozar, tahrip eder. Kelimelere dökülmemiş bir filsilik, filsilik olarak kalır. Sabahları hissettiğim huzur ve hafiflik aslında fil olmanın huzurunun devam ettiğini de gösteriyor. Tabi bu ilginç bir durum ortaya çıkarıyor. Rüyanın bu karmaşıklığı Borges’i hatırlatıyor mu size bilmem ama bana adam haklı gibi geliyor. Şimdi rüyada fil olmak durumunda hissettiklerim bir filin hissettikleriyse (ki kesinlikle öyle, yoksa kelimelerle anlatabilirdim. Anlatamıyorsam aslında benim bir fil olma durumum travmatik bir boyut kazanıyor.) şimdi kendimi insan olarak görmek bir filin rüyası olabilir mi? Şunu demek istiyorum doktor: Ben kendini rüyada insan olarak gören bir fil olabilir miyim acaba? Yani nasıl rüyada fil olmaktan rahatsız olmuyorsam ve bir fil nasıl hissediyorsa öyle hissediyorsam, şimdi de bir filin rüyada kendisini insan olarak görmesi yanılsaması olamaz mıyım? Fil olmak mesele değil de bu durumda filin kendisi de bir rüyada kendisini fil olarak gören başka bir şey (Misal:bir ceviz ağacı)olabilir. Sonsuz bir rüyalar zincirinin bir halkası olmak gibi garip bir şey olabilir mi hayat denen şey? Mesela sen kendini doktor olarak gören bir dinozor olabilirsin. Hayır metafor olarak değil gerçek anlamda kullanıyorum dinozoru. Çünkü dinozorların kökünün kuruduğu şu an görülen bir rüyanın realiteleri arasında yer alabilir ve hatta bu durum kendisini böyle modern bir çağda gören kaygılı ve pimpirik bir dinozorun rüyası olmakla hayli gerçekçi bir paralellik arzediyor olabilir.
Mesela ben geçenlerde bir rüya gördüm. Ben, aslında rüyada ben olmuyorum, olduğum kişi olmaktan bir şüphe duymuyorum ve uyanınca ben olduğumu fark ediyorum. Dolayısıyla ancak uyanınca başka birisi olma durumu yaşadığımı idrak ediyorum. (Aslında fil örneğini düşününce uyanmak denen şey aslında başka bir rüya durumu oluyor. Çünkü nasıl rüyada başkası olmanın bütün ayrıntılarını hissediyorsam uyandığımda da bambaşka biri olduğumun ayrıntılarıyla yaşadığımdan bir rüyadan başka bir rüyaya geçmiş olabilirim teorik olarak.) Neyse ben rüyamda tren istasyonu sahibi bir adamım. Tamam, Devlet Demiryolları henüz özelleşmedi ve tren istasyonu sahibi olmak su istasyonu sahibi olmak kadar somut bişey değil. Rüyanın tek ilginç tarafı da tren istasyonu sahibi olan bir adam olmam. Gerisi bir tren istasyonu sahibinin gündelik sorunları. İstasyonda üç tane tren katarım var. Ve bazen trenler geçiyor istasyondan. O kadar. (Doktorun önemine binaen acil tarafından yaptığı yorum: Demiryolu kenarında geçen çocukluğundan mütevellit bir trenlere hükmetme duygusu var sende. Mamafih rüyanda tren istasyonu sahibi olarak, sürekli giden tren fikrine bir son vermek istiyorsun. Aslında trenlerin gidişini durdurmak istiyorsun ve bunu da beynin sana seni tren istasyonu olarak gösterip rahatlamanı sağlıyor.) Kendini gösterebilme fırsatını bulmuş olmana sevindim doktor.
Benim başta bahsettiğim rüyaya veya rüya fikrine dönersem, bu rüya kahveyle ilgili. Kahve bence mübarek bir içecektir. Nasıl yanisi yok bunun. Bir şey mübarekse mübarektir ve nasıl olduğunun açıklanmasına gerek yoktur. Zaten açıklama yapamayacak kadar bu düşünceyi taşıyorsam kahve kesinlikle mübarektir. Kendiliğinden bir mübareklik açıkçası, benim yüklediğim bir durum olsa muhakkak bir izahını yapardım gibi geliyor. Neyse rüyaya döneyim. Rüyamda veya görmek istediğim rüyada Karadeniz sahilindeyim. Daha doğrusu Karadeniz sahilinde bisikletle günlerce yol alıyorum. Bisikletle günlerce yol almak gerçekten yaşadığım bişey olduğundan bu rüyanın konumunu tam olarak tespit edemiyorum galiba. Ama rüyamda da günlerce yol alıyorum. Denizin, yeşil, bulanık yeşil, koyu yeşil, mavi, açık mavi, koyu mavi ve lacivertleşen bütün renkleriyle birlikte yeşil ağaçların da sarıya ve kızıla kadar olan bütün tonlarına şahit olmuşum rüyamda. (Yani gerçekte de bunu yaşadım 2000 senesinin Eylül sonuydu.) Sonra akşam karanlığında denizin kenarında yeşil çimenler üzerinde çadır kurmuşum. Ve sırtımı karaya dönüp denize karşı yaktığım ateşin başında kararmış bakır cezvemde kahve yapıyorum. (Ki bunu da çok iyi hatırlıyorum, Abana’dan sonra Çatalzeytin çıkışıydı.) Kahveyi yapıyorum ama devamı bildiğin gibi değil doktor. Kahvenin köpüğü kabarmaya başladığında içimde derin bir huzur duygusuyla karanlığa gömülen denizdeki bir kayığın siluetine bakıyorum, bir balıkçı ağları çekiyor ya da bırakıyor. Sonra kahvenin köpüğü cezveden taşıyor. Taşıp da ateşi söndürmüyor. Taşıp hafif meyilden denize doğru akmaya başlıyor. Köpük durmuyor doktor! Cezve köpürdükçe köpürüyor ve köpükler denize akıyor ve deniz kahve oluyor. Sonra geçiyorum denizin yanı başına, elimde fincan, daldırıp daldırıp içiyorum sabaha kadar. Su içer gibi değil, kahve içmenin sakinliğiyle içiyorum. Bir fincan alıyorum, yavaş yavaş içiyorum, bitince tekrar fincanı daldırıyorum kahve denizine. Sabaha kadar sürüyor bu. Rüya bu. En azından kelimelerle anlatılabilecek kadarı bu. Zira kahve içerken hissettiklerim veya o an o rüyadaki kişi kendi gerçekliğini yaşıyor bence. Hala yaşadığına eminim çünkü ben bunu bir defa görmedim. Arada bir görüyorum. İşte burada kafam karışıyor. Fil örneğine dönersem şayet, ben mi bu rüyayı görüyorum yoksa kahve denizinin kenarında kahve içen kişi mi rüyasında beni görüyor emin değilim.
Bunun bir rüya değil de fikir olma ihtimali ise, gerçekte o bisiklet yolculuğunda Çatalzeytin çıkışındaki sahilde aynı şekilde kahve yaptığımda kurduğum bir hayal olabilir. Yani fikirse ben oradayken şöyle bir hayal kurmuş olmalıyım: Kahve köpürdüğünde “şimdi bu kahve denize karışsa bütün deniz kahve olsa ne hoş olur” diye düşünmüş olabilirim. Fekat doktor bundan da emin değilim. Sadece bir fikir olsa bilirim. Dedim ya zaman zaman görüyorum veya gördüğümü sanıyorum, o mübarek kahveden yudum yudum içiyorum. … Nasıl? … Evet evet ilginç bir rüya.

Friday, December 21, 2007

KORSANLAR Kİ HER BİRİ RUHUN ISLAH EDİLMEMİŞ HARİTALARIDIR

M.S. (Mandalinalardan Sonra) bile uzun süre, korsanlar kötü adamlar değildi doktor. Misak-ı milli sınırları dışında acaip manyak harita kahramanlarıydı onlar. Akdeniz maviden laciverde dönüşen kolları ve kılıcı, pala bıyıkları olan bir gravürdü benim için. Her şey öyle kalsaydı mesele çıkmayacaktı ama olmadı, büyüdüm ve öğrenmekten vazgeçmedim. Ya büyümeyeydim ya da öğrenmeseydim hayat Arşipel’in kıyılarında mavi bir rüya olarak kalabilirdi. Şimdi büyüdüm ama ruhumun kıyılarında zaman zaman dibe doğru gidiyorum. Öğrendim ama inanmıyorum.

İlkokul 4. sınıfa kadar, ben ne denizi bilirdim ne de korsanları doktor. Kemalettin Tuğcu’nun korkunçsefaletmanzaralıiyilikperiliyetimçocuklarıkötülükabideleri’nin tarassutu altında neredeyse kendimi topluma adamak üzereydim ki korsanları keşfettim. Benim ikokul 4. sınıf karnemi öğretmenimden başka kimse görmemiştir doktor. Çünkü sene sonunda karnemi öğretmenim Hasan Kaplan’dan alıp sırtımı döndüğümde yırtmıştım. Ve üstüne okkalı bir tokat gelmişti Hasan öğretmenden. Sağlık olsun. Okul denen o korkunç kuruma karşı isyan duygularımı besleyen de korsanlar olmalı. Ondan sonra ikiye ayrıldım: Birinci ben, kendimle olan ben, bildiğini yapan. İkinci ben toplumsal imajımı koruyan varlığımı sağlıklı devam ettirmemi sağlayan vicdan ben. Atatürk ilke ve inkılâpları çerçevesinde ruhunun tanzim edildiğini edebiyat dersi kompozisyonlarında tescil eden, biraz daha çalışsa bir öğrenciydim.

Korsanlarla ilgili okuduğum ilk kitap “Akdeniz Bizimdi” adlı bir kitaptı. Muhterem Ertuğrul Düzdağ Hoca’nın Barbaros Hayrettin Paşa’nın “Gazavat-ı Hayrettin Paşa”sından sadeleştirdiği bir kitap. Daha sonra “Gazavat-ı Hayrettin Paşa” adıyla basıldı. Benim için deniz idrak edilmemiş bir masal kahramanıydı ve korsanlar yeryüzündeki saygıya değer tek kahramanlardı. Barbaros’un Cerbe adasına yedeğinde kalyonlarla girişiydi, korsanlık. Düşünüyorum da aynı düşünceleri taşıyor olsam bugün topluma zararlı bir insan olurdum, doktor. Şimdi faydalı olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Doktor moralimi bozma. Dinle beni, ve beni onayla. İşini sana ben mi öğreteceğim. Sonra Aptullah Ziya Kozanoğlunun “Türk Korsanları”, Hakikarnas Balıkçısı’nın “Turgut Reis”, “Uluç Reis” ve diğer korsan hikâyelerini okudum. Korsanlarla ilgili okuma kariyerimi ortaokulda bitirdiğimde kitaplarla korsanların dünyasını birbirinden ayırt edebilecek zihinsel olgunluğa ulaştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Yoksa yakınımdaki en büyük su birikintisi olan Karakaya Barajında korsanlığa kalkışabilirdim. Tabi bu zihinsel kemale ermek dışında, değişik alanlarda fazla okumanın getirdiği eyleme geçmekten çok hayal kurma eğilimimin gelişmesini de eklemeliyim. Bir de bazı eyleme geçme çabalarımın hüsranla neticelenmesi vardır ki bahsetmek bile beni çok incitir. Özellikle uçma girişimim hayatımda eylem ve hayal çizgisini ayırmama neden olmuştur.

Bence, doktor, korsanlar benim gibi Misak-ı Milli sınırlarının hapsediciliğinde büyümüş biri için somut değil rüyalar âlemine ait fenomenlerdir. Açıkçası bence korsanlar haritadır. Yani ben okurken onları, hep bilmediğim topraklarda ve sularda dolaşırlardı. Malta, Rodos, Girit, Cerbe, Cezayir, Susat, Tunus, Oran, cayır cayır yanan İspanya sahilleri, Yunan adaları bunların hiçbiri benim yaşadığım toprakların sınırı içinde değildi. Romanları haritalardan okumanın getirdiği bir yanılgıdır belki de. İnsan romanı haritadan okur mu? Bir elimde kitap bir yanımda Atlas; bir süre sonra bu adaları esaretten kurtarmak düşüncesine kapıldığımı söylesem garip kaçar mı? Yani bana kalırsa, o topraklar bizim haritamıza dâhil değilse esaret altında olmalı idiler ve kurtarılmalıydılar. (Sizce karanlık gecelerde bir gemi reisi olarak leventlerimin başında Rodos’a, Malta’ya ki Turgut Reisi orda şehit bıraktık, kaç sefer yapmışımdır rüyamda!)

Kalitalar, firkateynler, kalyonlar, kırlangıçlar, karavelalar, perkendeler, kadırgalar, çektiriler şekillerini benim çizdiğim envai gemilerdi ve her biri bir olaydı benim için. Korsanlar çeşit çeşitti ve ben hepsini mazur görürdüm. Gazavat-ı Hayrettin’de korsanlar dindar ve ila-yı kelimetullaha adanmış birer mücahit, Aptullah Ziya Kozanoğlunun korsanları rakı şarap içer ve çakırkeyif babacan adamlardı ve korkunç savaşçılardı. Yazarına göre aynı kişiyi değişik dünya görüşlerine sahip insanlar olarak okudum. Dolayısıyla bir korsan her zaman birden fazla kişidir benim için. Ama ortak noktalarından biri Engizisyon mahkemelerinde yakılan Müslüman ve Yahudileri İspanyadan kurtarmaları vardır ki her zaman rikkatime dokunur ve beni duygusal olarak etkilerlerdi.

Aslında şimdiki büyümüş halime o kadar kızıyorum ki doktor bilemezsin. Belki senin yanına uğramamın sebebi büyümek hastalığıdır. Misal: Korsanlarla ilgili bilgilerim ben büyüyünce çoğaldılar. Ve bilgi denen zalim ve acımasız yığınla karşılaştıkça aslında korsanlarla ilgili ne kadar az bilgi sahibi olduğumu ve okuduklarımın çoğunun uydurma olduğunu öğrendim. O kadar az kaynak var ki korsanlarla ilgili. Cumhuriyetin uluslaşma çılgınlığının kurbanı olmuşum bir açıdan. Aslında bu durumu kabul edip bilimin sağlıklı dünyasında kalsam mesele çıkmayacak ama gel gör ki doktor, yapamıyorum. Biliyorum ama yine de korsanlar ruhumu yoldan çıkarak haritalar olarak duruyor buramda, iman tahtamın altında. Hala rüyalarımda baştardalar, kalyonlar çektiriler görüyorum. Akşamın kızıllığında Cebe limanına giriyorum pala bıyıklarımla ve kanlı gözlerimle. Acımasızca ticaret gemilerine saldırdığım oluyor doktor. Malta’ya sefere çıkmışım görüyorum kendimi. Bazen uzun bir zaman geçiyor gemisiz rüyalarsız. Ama sonra aniden bir gece yarısı uyanıyorum bir kalitanın güvertesinde. Ciddi ciddi toplumsal sorumluluklarımı yerine getirirken pencereden atlayıp kaçasım ve palası ağzında iplerle düşman gemisine atlayan bir levent olarak İstanbul’un bütün kirli ve düzensiz binalarını yıkmak istiyorum. Biliyorsun geçen yaz Cerbe adasına bile gittim. Dolaştım boş suratlı orta sınıf Fransız turistlerin arasında ve pis kokan sahilinde. İğrenç bir turist adasına dönmesi bile benim zihnimdeki Cerbe adasına zarar vermiyor. 21. yüzyıldayız doktor, biliyorum. Benim okuduğum korsanlar, yalandı, olsa olsa ruhumun ıslah edilmemiş haritalarıydılar. Hakikati biliyorum şimdi doktor ama bir halta yaramıyor. Kendimi korsanca duygulardan alamıyorum. Yok, yok iyiyim, bişeyim yok. Her zaman böyle değilim doktor, zaman zaman dedim ya.

Sunday, December 09, 2007

Trenler-2 ve Müzik ve Trenler Rüya Görür Önermesi

Trenlerin sesiyle büyüdüğüm göz önünde tutulursa zihnimde sürekli bir tren gürültüsü olduğu ve tren sesine karşı hassas bir ruh taşıdığım kabul edilmeli. Tren gürültüsü aslında yanlış bir ifade olur, zira tren gürültülü değil harmonik bir araçtır. Tren sesi o kadar çok cümle ve melodi içerir ki… Bazen uzun uzun konuştuğum olurdu bu sesin yönlendirmesiyle. Tabiî ki harmonisine ayak uydurarak yavaş ve melodili bir konuşma. Sinirliysem aklınıza gelebilecek en galiz sövgüler trenin melodilerinde beste bulurdu. Bazen bildik bir şarkının ta kendisi olurdu tren sesi. Tren çeşitlerine uygun makamlar doğal olarak repertuvarımda oluşmuştu. Çok hızlı yolcu treni melodisi: Yoldan geçerken duyduğunuz sunturlu bir sövgü. Yavaş geçen çok vagonlu posta treni. Acele konuşan bir kadın ve kelimelerin uçuştuğu bir melodi. Benim en sevdiğim makam ağır aksak yüz vagonlu yük trenlerinin hiç bitmeyecekmişçesine geçerken ki ben yatağımda olurdum genelde, beni derin hülyalara salan melodisi. Acelesiz ve aheste aheste bir melodi. Her şeyi konuşabileceğim bir makamdı vesselam.

Müzik yeteneksizliğim acaba tren sesinden mi kaynaklanıyor diye düşünmüşümdür. Düzgün bir melodi çıkaramamak hep büyük bir mesele olmuştur, benim için. Söyleyebildiğim, birkaç şarkının nakaratlarından öteye gitmez. Ama müzik dinlemekten zevk almamı sağlayan, adeta müziğin konuştuğunu hissetmem sanırsam yine trenden kaynaklanır. Benim için müzik tren sesinin daha karmaşık ve incelmiş bir halidir desem belki abartmış olurum, lakin zaman zaman bunu düşünmekten kendimi alamam. Açıkçası tren gibi bir enstrümanla müziğe giriş yapmışsanız eziliyorsunuz. Bir türlü kendi sesinizi yükseltmeyi beceremiyor ve dinlemeye mahkûm oluyorsunuz. Hoş, şikâyetçi değilim durumumdan, hatta yalnız zamanlarımda ki bende bol, şarkı mırıldanmalarım fazladır. Fakat bundan daha da ilginci benim müziği giden, yolculuk yapan somut bir nesne olarak algılamamdır asıl mesele. Binlerce kelimeyi etrafına saça saça uzaklaşan ve gittiği yeri merak etmeme, elimde kalan kelimeleri neyapacağımışaşırtan, garip bir duygu yaratır müzik bende. Özellikle enstrümetal müzikler. Sözlü müzikler bende bir kavga hissi oluşturur, araya giren birileri, huzursuzluğumsuluklar… (Türkçeye katkım inkâr edilemez doktor!). Ama güzel seslerin kavgası güzel olur. Sonra bir de enstrümandan farkı olmayan sesler vardır ki, sözler ve müzik beraber akar uzaklaşır.(Misal, Alaattin Yavaşça, Cem Karaca)

Trenler ve müzik arasındaki bu ilişki bilim adamlarınca tabi ki gereksiz hatta saçma görünecektir. Hakikat merakı taşıyanlarca mazur görülüp anlaşılacağım düşüncesi ise beni teselli ediyor. Biliyorum ki hissedeceklerdir anlattıklarımı. En azından doktor, (bu sessizliğiniz iyiye alamet değil bu arada) trenin sesinde bir harmoni olduğu düşüncesinin saygıya değer bir düşünce olduğunu kabul edeceklerdir. Demir sesi, kuzum demir sesinden harmoni nasıl olur. Petrol kokan kaba demir yığınından çıkan bir sesle müzik nasıl bir araya gelir. Doktocuğum ben trenler rüya görür demiyorum ki. Sadece seslerinde melodi olduğunu kişisel tecrübelerime dayanarak iddia ediyorum. Kaldı ki rüya görmediklerini bile iddia edemezsiniz. Çünkü gözlem yapma olanağımız yoktur ve bilimin konusu içinde yer alamaz böyle bir sorunsal. Dolayısıyla “trenler rüya görür” gibi bir önerme ispat edilemeyeceği için iddia edilebilir. Aksi ispat edilene kadar da iddia sahibi tıpkı “trenler rüya görmez” diyen bir iddia sahibi kadar saygıdeğerdir. Sizin sorununuz “trenler rüya görmez” iddiasına inanmanızdır doktor. Bilim ahlakı açısından eleştirilebilir buluyorum sizi bu akşam. … Tamam doktor, sustum.

Trenler-1

İlkokul 4. sınıfta Jack London’ın “Demiryolu Serserileri”(veya Yol) kitabını okumuşsanız ve eviniz demiryoluna on metre kadarcık uzaklıktaysa işiniz oldukça zordur. Bugün toplumun sağlıklı bir bireyi olarak yaşadığım (gör doktor gör beni!) göz önünde tutulursa kitabın etkilerine yeterince direndiğim ileri sürülebilir. Ama bu demek değildir ki trenleri izlemekle yetindim.

Yavaş giden yük trenleri tabiî ki ilk asılma deneyimlerim için ideal fırsatlar sunuyorlardı. Büyük bir sükûnetle uzun katarların geçişini bekler ve son vagonlar görününce iyice sokulurdum trene. Son vagonun arkasında koşup asıldığımda, bir anda bedenimi zorlamak yerine bir anda koca bir demir yığının üstünde olmak, ayakların yerden kesilmesi müthiş bir duyguydu. O anda yeryüzünün çehresi değişirdi. Her zaman başka yerlere gidişini izlediğim trenin bir parçası olmak ve etrafımda durmuş beni seyreden ağaçlar otlar ve direklerin yanından hızla geçmek benim için o zamanlar yeterince olağanüstü bir deneyimdi. Tanıdığım onca ağaç ve tarla bir anda bana yabancı gibi gözükürdü. Yolda olmak duygusu bu olsa gerekti.

“Demiryolu Serserileri”ni okuduktan sonra trenlere hep farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. Bir çılgınlık ve kızgınlık anında asılıp bir trenin arkasına gittiği yere kadar gitmek! Bu düşünce o kadar güçlü bir şekilde sarmıştı ki beni, sürekli bir huzursuzluk arar olmuştum. İlk adımı ben atmıyordum tabi(Ah bu korunma güdüsü doktor, kendimi sağlama almayı ne kadar çabuk öğretmişlerdi bana!) Kardeşimle kavga, annemin başına bela olma, dedeme ağız dolusu sövme, daha doğrusu sövüşme, çünkü dedeme sövmek için yeterli kelime hazinem yoktu. Açıkçası şimdi baktığımda hala olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını görebiliyorum. Bir gün beni evden kovsalar da ben de bir trene atlayıp gitseydim oralardan diye kasıtlı serserilikler yaptığım çok olmuştu. Ama hiç olmadı. Ben manyaklaştıkça ailemin normallik eşiği yükseliyordu galiba.

Şimdi baktığımda gidebileceğim en uzak noktanın Kurtalan olduğunu gördükçe hayal kırıklığına uğruyorum. Demir ağlarla örülen vatan sathında demiryoluyla yolculuk aslında çok da geniş bir alan değilmiş. Üzüyor beni. Haydarpaşa’dan binince 45 saat sonra Kurtalan’dasın. Üç beş seyahat sonunda demiryolları tükenince daha incelikli davranmaya başladım. İstanbul-Ankara güzergâhı, İstanbul- Konya güzergâhı, Ankara-Kars ve Ankara-Diyarbakır güzergâhları olmak üzere değişik seçenekleri olan yolculuklar keşfettim. Her güzergâhın yolcu profili, insan tipleri, tren çeşitleri ayrı ayrıdır.

Doğal olarak tren seyahat için benim ilk tercihimdir. Tren sesiyle iç içe olmanın yanı sıra kurulan dostlukların büyüsü beni çeker. Tren genelde gariban sınıfın, yani hakiki anlamda halkın tercih ettiği bir araçtır. Trende gerçek insanlarla tanışırsınız. Güzergâhlarına göre tren yolcuları çeşit çeşittir.

Diyarbakır’a giden işçiler ki her biri bir oyun havasıdır Ankara’dan sonra. Ankara’ya kadar memurlar, öğrenciler, işçilerle dolu karmaşık bir yolcu profili mevcuttur. Baskın çıkanlar memurlar ve ticari başarısızlıklarının arkasındaki komploları anlatan ticaret erbabıdır. İhtiyar memurlar ya torunlarını görmeye gidiyorlardır ya da emeklilikle ilgili derin ve oldukça karmaşık bir mesele için bir tanıdık ziyaretine. Bilmedikleri az şey vardır. Politikacılarla olan yakınlıkları, zamanında namuslu olduklarından dolayı kaçırdıkları fırsatların envaisiyle muhabbet kumkumalarıdır onlar. Tüccarlar ki, alacak meselesi veya batmış bir işten sonra memleket havası almak için yoldadırlar. Genel özellikleri iflah olmaz hayalperestler olmalarıdır. Muhakkak tanıdıkları büyük adamlar vardır ve kuracakları bir sürü alternatif çok paralı işler.

Burada tren dostluklarının en önemli hususiyetini hatırlatmam gerekir. Tren dostlukları trende başlar ve trende biter. Saatlerle sınırlı ve bir daha karşılaşma ihtimali çok düşük dostluklar tabii olarak yüksek bir güvenlik duygusuyla hemencecik kuruluverirler. Bu güvenlik duygusunun rahatlığıyla muhayyilenin zenginliği bir araya geldiği zaman Cumhuriyet tarihinin hiç bilinmeyen komplolarından, karanlıkta kalmış meselelerine ve devlet mekanizmasının bilinmeyen kurumlarına uzanan derinlikli sohbetler dallanır budaklanır. Ben işin bu derinliğini çok çabuk keşfettim. İnsanlarla didişmedim hiç. Derin bir hayret duygusuyla sorular sorarak ve bazı kitabi bilgileri de verilen nadide bilgilerle birleştirerek muhatabımın zevkten dört köşe olmasını sağlamadım hep. Bununla birlikte hiç gereği yokken kendime yeteri derecede ilginç bir hayat hikâyesi uydurmak işin en önemli taraflarından biri olurdu. İsmim dâhil yepyeni bir insan veya bambaşka birçok insan olmak tren seyahatlerimin en önemli veçhesini oluşturdu. Zarasız hikâyelerdi hepsi de. Üstelik muhatabım sormadan kendimle ilgili fazla bilgi vermemem gerektiğini kuralını benimsemiştim.

Ankara’dan sonra, Yozgat, Kayseri ve Sivas yolcuları bir araya gelir ve memleketçilik başlar. Diyarbakır ve diğer doğu yolcuları da kendi aralarında duruma göre ayrılırlar. Yozgat’tan sonra halay çekenler, radyo ve teyplerini açanlar çoğalır. Kurulan geçici dostluklar aynı zamanda kompartıman kapatmaya dönüşür.

Tren yolculuklarında pencereden bakarken ve dağ başlarındaki tenha köyler ve evler gözüme çarptıkça ve trene taş atan çocukların hınzırlığıyla karşılaştıkça hep demir yolu kenarındaki evimizi hatırlarım. Dünyanın sadece ev ve çevresinden ibaret olduğu o masalı geride bırakmış olmanın hüznü dolar içime. Bu hüzünden kurtulabilmek için daha çok uzaklara gitmek, yollara çıkmak, bilmediğim yerlere gitmek, gitmek hep gitmek isterim.

Wednesday, December 05, 2007

Üzgün Kayısı Ağaçları

Doktor kayısı ağaçlarını bilir misiniz? Bilirsiniz tabii. İnsan hiç kayısı ağaçlarını bilmez mi? Benim büyüdüğüm yerde kayısı ağaçları çoktu ve her birinin bedeninde ve yapraklarında derin bir hüznü görebilirdiniz. Her birinin bambaşka acıları olduğuna yemin edebilirim doktor. Çok üzgün kayısı ağaçları tanıdım ben. Soluk yaprakları ve kurtlu gövdeleri olanların dışında, ağlamaklı kayısılardan bahsediyorum ben. Dışarıdan baktığında parlak yaprakları ve sağlam bir gövdesi olan kayısı ağaçlarının hüznünden bahsediyorum ben. Yoksa bedeninde yarıklar oluşmuş, fırtınada dalları kırılmış ve kurtçukların açtığı deliklerden ufalmış selüloz dökülen kayısıların hüzünlenmek için çok sebebi olabilir. Kayısılar bir insan ömrü kadar yaşarlar. Ellisinden sonra pek de makbul kabul edilmezler. İnsani hususiyetleri kayısılarda görme eğilimi taşıyorsunuz gibi geliyor bana. Bu bir kayısı hastalığı değil doktor. Herkesin gözünden kaçmış olamaz mı? Herkes yanılıyor olamaz mı doktor? Kayısıların hüznünü görememiş olmak, fazlaca insan olmaktan kaynaklanıyor olamaz mı? Nasıl?

Hayır, doktor, ben size beni dinlemeniz için para veriyorum. Siz dinleyin beni, beni tedavi etmek gibi acayip bir sorumluluğu da nerden çıkarıyorsunuz. Şimdi benim kaysı saplantısı taşıdığımı ve aslında anlattıklarımın kuruntu olduğunu ispat etseniz ne olacak? Ama bu durumda siz hem para kazanmış olacaksınız hem de haklı çıkmış olacaksınız. Ben hem para ödeyeceğim hem de haksız çıkacağım. Yoksa başka yerlerden de para mı alıyorsunuz? Toplumun bütün üyelerinin aynı gerçeklik duygusuna sahip olması size paradan başka ne kazandırıyor doktor? Normallik herkesin ihtiyaç duyduğu bir şey, ben de benzer bir ihtiyaç sahibiyim. Peki, bir eksik olsa ne olur, bir tarafın eksik mi olur? Ama ben toplumda sizin gibi vak’aların normalleşmelerini sağlamakla toplumun parçası olabiliyorum. Sizi tasdik edersem sizden ne farkım kalır. Doktor biz farklıyız zaten ve farklı olmak ne zaman toplumun birincil sorunu oldu? Zaten kayısıların üzgünlüğü de bence aynı kökene dayanıyor. Ben kayısılar üzgün diyorum siz gayri safi milli hâsıladaki payımla orantılı bir gerçeklik duygusu taşımam gerektiğini iddia ediyorsunuz. Ne olur sanki istatistiklerdeki yerim sizi rahatsız etmese de geçinip gitsek. Ben kayısı ağaçlarından bahsedebilsem, siz de aldığınız paradan memnun kalsanız. Ben kayısıları tanıdığımda toplu halde üretim çiftliklerinde ıslah edilmeleri ve büyük bahçelerde sıradanlaşmalarının başlangıç aşaması geride kalmıştı. Bilimin alanına girmişlerdi çoktan. Köşede bucakta başını diken, müsaade edilse çekirdeği acı da olsa çok güzel kayısıları olan avare kayısılar piç muamelesi görüyorlardı. Endüstri değeri yok diye küçükken sökülüyorlardı. Büyümüşlerse odun yapılıyorlardı.

İnsanlar yoldan çıktıkça, kaysılar ıslah ediliyordu ve ıslah edilenler ip gibi sıralanarak bahçelerde sürü muamelesi görülüyorlardı. Sonbaharda görecektiniz onları! Hüzün sapsarı bir yığın halinde toprağı kaplardı. Gidip sırtüstü yatardım o hüzünlü yaprakların ortasına. Yukarıdan acıya bulanmış birkaç yaprağı düşüşünü dikkatle izlerdim doktor. Nasıl bir kimsesizlik ve acıya tahammül edememezlik ağırlığıyla toprağa serilirlerdi bilemezsin doktor. Nasıl? Ağaçlar sonbaharda yaprak mı döker? Doğru söylüyorsun doktor, ama sen bir fakir ölüsünün sessizliğini ve sadeliğini nerden bileceksin ki kayısıların hüznünü anlayabilesin. İnsanlar ölür ve güneş doğudan doğar doktor, aksi ispat edilene kadar buna inanmanın mahkûmiyeti çarpmış sizi. Biliyor musun doktor? Hayır. Kıyametin koptuğu akşam saatinde lüks mobilyaları olan evinin kapısında beni bulacaksın. Ve o zaman, güneşin mızrak boyu yaklaştığı ve akşamın kızgın bir öğleüzrinedönüştüğüeriticikahredicianda parmaklarındaki tırnakları teker teker kerpetenle çekeceğim. İşte o zaman, şimdi zamanı tıkırtılarıyla rahatsız ettiğin tırnaklarından sabırsızlığı da sökeceğim. Ne bu, bir tehdit mi? Hayır doktor, neş’esini yitirdiğim sabahların intikamı.

Sunday, December 02, 2007

yaşamak acısı

bilemezsin ellerimin sabırsızlığını ve
bu yanlış kasım sonunda yanı başında
susarak beklemek acısını

Thursday, November 22, 2007

A’mak-ı Hayal ile Hemhal Olmak

A’mak-ı Hayal’i bu akşam, yıllar sonra tekrar okudum. Tıpkı yıllar önce tutulduğum okuma hummalarından birinde olduğu gibi. Kendimi ve beynimi merakla izlediğim bir dönem. Tek başına cezveyle konuştuğum bir tekrar zaman. Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi (İsmin uzunluğu kesinlikle bir güzellik.) nin kendi çağının değil bizim günümüze de uzanabildiğini görmek teselli edici. Veya insan hep insandı. Yahut insan insan olmaktan hiç vazgeçmedi. Belki de hep aynı kelimeleri konuşuyoruz. Sanırsam yanılgılarımız Âdem babamızdan bu yana aynı; sadece birbirimizi öldürmeyi daha estetik hale getirdik. Artık midemiz bulanmadan ve kolumuz yorulmadan bir anda milyonlarca insan kardeşimizi öldürebilecek estetik yetkinliğe erdik. “Biz artık pek ermiş bir varlık güruhuyuz”(Mehmet Ali dostum, muhabbetle anıyorum seni. Bilsen, bir tek bu mısran bile (her ne kadar ben burada tahrif etsem de) bir divan değerinde, kıymetini kalabalıklar takdir etmese bile bil ki kıymetli olarak adlandırılan şeyler başka şeylerle mukayese edilemezler.).

Kitabın ilk kısmının sonuda Raci ile Aynalı baba birer kahve daha içtiklerinde bende kalkıp cezvemi ateşe sürdüm. Yıpratıcı bir yolculuk olduğu kesin. Kitabı tekrar okumama sebep olan bir öğrencim. Karşımda kendimin yıllar önceki bir hayaletini görmek, beni doğrudan A’mak-ı Hayal’e yöneltti. Boynumda bir kemer çılgınlık anımı beklerkenki zamanların ilaç gibi kitaplarından biri. Kitabı ilk okuduğumda varolmanın boyunduruğuna karşı ürettiğim çoğu bahaneyi yitirmiştim. Bunalımcıklarımın büyük kısmının nasıl da çocuksu bir isyan olduğunu fark edip utanmıştım. Utancımı sevip kendimi ipten almakla iyi bir şey yaptığım tartışmalı olsa da var olmak tartışmasız en çılgınca tarafından cezb edici bir hal.

Raci’nin dertleri ve zihinsel kargaşası, hakikat arayışı öncelikle zaten gidilecek ileri bir nokta olmadığını işaret ediyorsa da aynı zamanda bugün bu önemli tartışmaların gerisine düştüğümüzü de gösteriyor. Ahmet Hilmi’nin kahramanı Raci felsefe eğitimi ve dini eğitim almıştır ve mazbut bir ailedendir. Lakin şüphe denen ejderha, aklının kabul ettiğini kalbine kabul ettirmiyor, kalbinin kabul ettiğini aklına izah ettirmiyor. Günler bu nizam(sızlık) üzre geçerken Raci teselliyi çılgınca eğlenmek ve alkolle beynini uyuşturmak yoluna gidiyor. Ta ki bir harap mezarlıkta Aynalı babaya rastlayana kadar. Aynalı babanın yanında hayalin derinliklerine bir fincan kahve ve ney sesiyle dalan kahramanımız artık görünenin ötesine geçmeye başlar. Bütün insanlık tarihini daha doğrusu dinler tarihini ve metafizik deneyimleri Raci’nin şahsında görmeye başlıyoruz. Raci bilginin nafile yükü altında ezilirken bir anda Buda’nın Zerdüşt’ün yanı başında mana âlemlerinin kelimeye dökülebilecek kadarını tecrübe etmeye başlar.

Temel fikrin vahdet-i vücud olduğu kitap, insanın çok boyutlu varlık âleminde, fiziksel varlığın sathi ve sun’i dünyasında nasıl solucanvari bir yaşamaya kendini mahkûm ettiğini ifşa ediyor bir yandan. İnsanın eşrefi mahlûk olduğu gerçeğinden yola çıkmakla birlikte, bu nadide varlığın kendi potansiyellerini nasıl çarçur ettiğini de gözler önüne seriyor.

A’mak-ı Hayal bir bilgi kitabı değil. “Hal”in latif anlatımlarından biri sadece. Yahut “hal”in “hal”lerinden biri. Ve kesinlikle hemhal olunması gereken bir kitap.

Dem bu demdir erenler! Dem bu demdir!

Tuesday, November 20, 2007

Doktorla Konuşmalar-Mandalinalar

Buyurun başlayın. Evet çocukluğunuz.

Çocukluğum aslında büyümüş benin ümitsiz bir yeniden inşasıdır. Nasıl yaşandığını ne siz anlayabilirsiniz ne de ben hakkıyla anlatabilirim doktor. Ama size mandalinaları anlatarak başlayabilirim yine de. Kediler ve üzgün kaysı ağaçlarından önce mandalinaları anlatmalıyım.

Demiryolunun hemen kenarında, artık varlığından huzursuz olmadığımız trenlerin gürültüsü ile büyüdüm. Tren sesi yırtıcı bir gürültü olmasına rağmen ve her geçtiğinde evin duvarları titremesine rağmen alıştığım bir şeydi. Gündüz posta trenlerindeki insanlara el sallardım. Onlar yolcu ya, el sallardım herhangi bir tanıdıkları olmama rağmen. Posta trenlerine hiç taş atmadım doktor, yemin edebilirim. Ama yük trenleri için aynı kesinlikte konuşabileceğimi sanmıyorum. Trenler gelir geçerdi doğudan batıya, batıdan doğuya. Ve hep orada olmanın sıkıcı olduğunu ve başka yerler olduğunu ancak okula gittikten ve kitapları ve haritaları tanıdıktan sonra fark ettim veya kandırıldım. (Kısaca üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili, 1071’de Malazgirt savaşıyla kapıları açılmış Anadolu adındaki şirin bir coğrafyada yaşıyordum. İnsanları misafirperverdi.) Demiryoluna ilişkin bilgilerim tabi bu bilgileri bilmezden öncedir. Ne insanların uzaklara gitmesine şaşırırdım ne de demir raylarla örülü bir ülkede yaşadığımın bilincindeydim. İnsanların gitmeleri için bir sebepleri olması gerektiği muhtemelen büyüdükten sonra edinilmiş bir bilgi olmalı.

Mandalinalar benim dış dünya üzerine düşünmeme sebep olan garip meyvelerdir. Mandalinaların varlığını bilmezden önce kesinlikle yaşadığım demiryolu çevresi dışında bir dünyanın varlığı mevcut değildi. Mandalinalardan önce(bundan sonra M.Ö.) dış dünya, evin dışıydı, çevredeki bahçeler ve birkaç komşu eviydi. M.Ö. yeryüzünde elma armut üzüm ve kaysı gibi doğu Anadolu meyveleri dışında meyveler yoktu. Hepsi mandalinayla başladı. M.Ö. hayret duygusunun keskinleşmesini gerektirecek olağanüstü bir hadise olmazdı veya ben öyle sanıyorum. Ne olduysa ne başladıysa M.S(Mandalinalardan Sonra) başladı. Bu durumun iyi mi kötü mü olduğuna henüz bir karar vermiş değilim. Ama şu an bildiğim her şeyin başlangıcı mandalinalarla olmuştur. İlk okulun birinci sınıfına daha başlamadığım ki başladıktan sonra üç yıl ilk sınıfı okudum, bir zamandan bahsediyorum doktor.

Tam olarak ne zamandı, ilk olarak ne zaman mandalinaları gördüm hatırlamıyorum lakin çok iyi bildiğim bir görüntü var kafamda: Sonbaharın o tatlı üşütücülüğünde, öğleden sonraları Cuma günleri demiryolu kenarında mandalina bekleyen ben. Cuma günleri dedem ilçe merkezine namaza giderdi ve dönüşünde muhakkak mandalina getirirdi. Ben Pavlov şarlanmışlığıyla (Farkında mısın doktor ne kadar çok şey öğrenmişim!) Cuma günleri demiryolunda dedemin yolunu gözlerdim. Uzaktan göründüğünde sonbaharın etkisiyle akan burnumu çeke çeke dedeme doğru koşardım. Ve elindeki poşeti alırdım. Hemen poşete elimi daldırdığımı düşünüyorsan yanılıyorsun doktor. Mandalina ihmale gelmez özenli ve törensel bir vaka idi o zamanlar. Sadece poşeti taşırdım. Dedemle birlikte eve girdiğimizde poşet babaanneme geçerdi. Babaannem bir tabağın içine iki tane mandalinayı koyar ve bana verirdi. İşte önemli ayrıntılardan biri burada başlar benim tarihimde. M.S. aslında mandalina yapraklarıyla başlar. Bazı mandalinalar özensizce dalından koparıldığından yapraklarıyla tabakta bana bakarlardı. Garip parlak koyu yeşil yapraklar. Dış dünyanın varlığı ilk bu yapraklarla var oldu doktor. Çıtırtılarla yanan odun sobasının yanı başında ki muhakkak evin arsız kedisi orda kıvrılmış olurdu, mandalinaları özenle soymaya başlardım. Ah o yumuşak kabuklarını soyarken kapıldığım derin huzur duygusu! Ne de çabucak soyulurlardı bilemezsin doktor. Portakallara olan düşmanlığım bu yüzdendir. Tırnaklarım acırdı portakallarda. Ama mandalinalar öyle mi? Tırnaklarını saplarsın ve hemen sakladıklarını önüne bırakırlar. Kabuklar soyulduktan sonra öyle ağza tıkılmaz mandalinalar. Hassas bir işlem daha vardır. Her dilimin üzerindeki lifler teker teker özenle alınırlar. Yumuşacık dilimler tabağın içinde yığıldıkça biraz sonra hepsini bitireceğimi bilerek sabırsızlanırdım. Sonra dilimler ağza atılır yavaş yavaş. Acele yok. Her dilimini damağımla ezerek patlatırdım, ağzımın içinde o çılgın ve yabancı ve muhteşem tat! Doktor hiçbir şeye benzemezdi mandalinalar! Ne elma ne kaysı ne vişne. Çünkü onlar mandalinadır doktor! Sobanın yanında yüzümün bir tarafı kızarmış olarak kalkardım mandalina sofrasından. (Daha fazlasını istemek mi? O zamanlar öyle bir şey yoktu.) Dışarı fırlar kim bilir ne tür yaramazlıklar yapardım ama arada bir parmaklarımı koklardım, o müthiş ve keskin mandalina kokusu! Zaman geçtikçe burnum alışırdı ve etkisi azalırdı. Uzun bir süre koklamamışsam aniden hatırlar ve tekrar koklardım. Ah yine o müthiş koku. Akşam yatana kadar sürerdi bu doktor. Yatağa girdiğimde o mandalina günlerinde, parmaklarım burnumun ucunda uyurdum, doktor. Mandalina kokulu bir uykum olurdu ve dünyanın gerisi daha yoktu o zamanlar, hepsinin olması M.S.’dır.

Monday, November 19, 2007

Kostantiniyye’de Bir Karavela

Costantiniyye’de, Sarayburnu önünde demirlemiş bir karavelanın resmine bakıyorum. Hassasiyetin kırıntısı dahi görülemeyen bir gemi resmi. Karavela dediğime kulak asma, zira hayal gücümle geminin üç direği dışında elimde çok delil yok. Kıyıya daha yakın bir firkateyn daha silik olarak kırlangıçlar ve kadırgalar göze çarpıyor. Tabi bunlar benim kastettiklerim yoksa ressamın kaygısız ve amaçsız çizgileri değil. Ressama hürmetim sonsuz tabiî ki. Lakin tahammül edemiyorum bu gemilerin tasnifsiz var olmalarına. Varlarsa ki varlar artık, onlara dair mecburi fikirler ve tasnifler de olmalıdır. Mesuliyet yoksunu ressamın grimtırak ve mavimtrak gök altında hiç yoktan var ettiği bu gemiler artık olmanın lezzetini yudumlamalı. Tarihin bana yüklediği bir mesuliyet bu. -Ne kadar ciddi ve uzun cümlelerin var bu akşam. Özenle seçilmiş kelimelerin resmigeçidindeyiz. Ve bir duygudurumbozukluğu hastasının şizofreniye giden macerasına tanıklık ediyoruz.- Doktor araya girmesen, en azından kelimelere hürmet etsen. Tamamda bir resim hakkında sayıklamakla tarihi sorumluluğu bir araya getiren çılgınlığını durdurmalıyım değil mi? İşim bu. Doktor ne olur ilk günler gibi tasdik edici şefkatini korusan, çünkü doktorsun sen vicdan termometresi değil. Kültür ve dil bekçisi hiç değilsin. Üstelik fark ettiysen İstanbul silüeti çizmek gayretine giren ressam Kadıköy Eminönü arasında vapura binmemiş galiba. İstanbul yarımadası denince minareler hengâmesinden başka bir imgesi yok adamın.

Adamın ismi İsmet. İsmet ismetin ne. İsmetsiz resimler çizmendeki ismet ne. Bildiğin bir şey varsa söyle de bilelim. İsmetsizlik mi yoksa muradın. Arkadaki minareler Süleymaniye’nin mi? Öyleyse neden Yeni Caminin yerini de kaplamış bu Süleymaniye? Yoksa bizim bilmediklerimiz mi malum oldu sana? Aslında biz mi yanlış görüyoruz? Olabilir bak buna itirazım olmaz. Yanlış görmek ve yanılmak benim karakterimdir. (Bu cümle böyle değildi ama nasıldı?) Nasıldı doktor o cümle. Özgürlük ve bağımsızlık benim ıramdır. Atatürk. Sağ ol doktor, uzun yaşa, günaydın, tünaydın. Yaşamından yengi ve kıvanç eksik olmasın. Tinindeki bu yalvaçsılık neden bende sevecenlik uyandırıyor anlamıyorum. Bu çıfıt tinin hangi mürenden esin alıyor. Aslında bende sevilerin en çılgını var bu ülküye karşı. Ama tapıncakçılık öteden beri bende ıraksılık yaratır. Biliyor musun kuzum sizin ruhunuzda bütün yenilgileri kutsallaştırma ve başarısızlıklara sahip çıkma obsesyonu var. Önceleri Osmanlıya sahip çıkarken bugün yeni dünyamızın başarısız projelerine talip oluyorsunuz. Siz isterseniz resme dönün. Olur, bir sonbahar günü hediyesi bu resim. Teşekkür ederim. Gezdiğimiz yerlerin denizden yani karşı taraftan görüntüsü aslında. Ama resimdeki yerler aslında bizim gezdiğimiz yerler değil ressamın kıytırık muhayyilesinin ürünleri. Ama genel ve uzaktan bakınca yine de hoş bir görüntüsü var. Sanki donanmayı hümayun bahar seferi için limana çekilmiş. Deniz de bulanık, yeterli bir mavi hissi uyandırmıyor. Siyahımsı ve yeşilimtırak bir deniz. Lacivert mavisi bir deniz ve firuze mavisi bir gök altında hâlbuki ne hayaller kurulabilir. Üstelik karavelaya binip bir dünya seyahati bile düşünülebilirdi gerekli renkler olsaydı. Yoksa sanata paranın bulaşmasından mı kaynaklanı…İstersen bu konuya hiç girmeyelim, olur mu? Olur, tengri müstehakını versin tavgaç yoldaşın olsun doktor.(Sen gerçekten doktor musun doktor?)

Sunday, November 18, 2007

Maskemle Aynanın Önünde Bekliyorum- Sabır ve Sabah Üzerine

İnsanın cehaletten lal olması gerekirken en çok konuşanlar cahillerdir. Çünkü sürekli cehaletlerini gizlemeye çabalarlar. Tabi beklemenin bu iki cümleyle bir ilgisi yok. Giriş cümlesi yapmaktan nefretin bir ifadesi sadece.(Zaman zaman gelir de..)

Beklemek, sabırla beklemek insanın yapabileceği bir şeydir. Erdem sahibi olduğu varsayılan yaşamak ucubesi ağır bir insan cümlesi bu. Ne önemi var doktor altı üstü bir halkıma bir selam vereceğim. Üstelik bu akşam sizi pek gergin ve profesyonel tavırlarınızdan uzak gördüm. Gözlemleme yeteneğinizi sorgulamıyorum. Pek cana yakınsınız ama cümle arasına girmeyin. Evet beklemek yapılacak bir şeydir. Beklerken insan büyür. Bu sebeple bir ağaç gibi kararlı, bir taş gibi sakin, birikerek ve çoğalarak beklemek gerekir. Şimdi ne demek bütün bunlar azizim. Dokunma yareme doktor, bu akşam ikimiz de kendimiz değiliz farkında mısın? Ben en akıllı halimle bir karadut kutsallığı dinginliğinde uçuyorum. Düştüğüm yer hayalini kurduğum mavi bahçe. Yeşermek üzereyim. Sen ruhun bilimine kendini adamış yarım bir keşişsin ama bu akşamüstü teneffüse çıkmışsın. Dokunma bana, ben de bekleyeceğim, çok zamanım olacak normale döneriz. Sabırla beklemek ve hayata su vermek gerek. Bir sonraki sonbahar kadar beklemek. Topu topu üç mevsimlik bir bekleyiş. Biliyorum beklemek zordur. Lakin bu aynanın önünde ancak bu maskeyi çıkarmadan durabilirim. Ve burada durabilmek gücü ve sabrı olmadan gelecek olmaz. Durmazsak sabah neşesini kaybederiz. Ne çok oldu doktor, biliyor musun sabahların bu kadar güzel olduğunu unutalı. Çocuklukta kalan bir hayal gibi; ürküteceğim kuşlar, kıracağım dallar, tırmanacağım ağaçlar ve çıldırtacağım büyüklerle süslü hayallerin hain gülümsemeli neşeli sabahları. Sonra bir de yollarda saba vakti başka şehirlerin kokusuyla yorgun ve yalnız bir uykunun koynunda uyanmak sabahları. Sessiz ve dingin bir neşe duygusu hatırlıyorum. Sabahların önemli olduğunu bu yaşta öğrenmek ayıp mı doktor? Şimdi kanat takıp uçmak hevesiyle süslü çocuk sabahlarına döndüm doktor. Çocukluğundan hiç bahsetmedin. Biliyorum doktor. Kendimi o kadar yaşlı hissediyorum ki fırsat olmadı. Bir ara bahsederim uçma deneyimlerimden ve yerçekimini keşfedişimden ve inek dışkısının sıcaklığı, yumuşaklığı ve merhametinden. Ama dur son cümlemi yazayım: Sabahın azametini, büyüklüğünü ve ikramını seviyorum.

Wednesday, November 14, 2007

ŞİŞEDEKİ CİN-SAYIKLAMALAR

Kargışlanmışlık aranan bir şey olduğundan beri bizim namevcut tayfasını ölümcül bir hüzün sardı. Lanetin arzulanan bir tarafı olmaz siz ölümlüler için, lakin bizde lanetli olmanın karizmasıdır olmamışlığı teselli eden. Bu hüzün bir şeye yaramıyor, aslında hüzün olduğu bile şüpheli. Olmayan yokluk batağına doğru gidişin merhalelerinden biri. Unutulmak hüzün sebebi midir? Neresinden tutsam elimde kalıyor.

Her şeye dayanırım biliyorsunuz. İki bin yıl, üç bin yıl, on bin yıl da olsa beklerim, şişemin kapağını açacak masum çocuğu. İçimdeki tasviri gayri kabil şeni emellerimle ve kurgusal var oluşun çirkefiyle yaşarım ben. Ah ama bu unutuluş yok mu? İnanın şişemin üzerini karanlıklar kapladı, anlatılmaya anlatılmaya. Parlardı şişem oysa her anlatılışta. Şimdi insanın nisyanında boğulmaya terk edileli beri, şefkatli bir kötücül ruhun beni hatırlamasına öyle susadım ki; adımın anılması, bir kez, bir kez ehemmiyetsiz bir anılmak olan son umut tutamağına kaldım. Ölümden beter olmalıysa da, karanlığın kudreti ki, kurgu bile değil kendisi, boşluğun başrolüne soyundu.

Önceleri rivayet ederlerdi de inanmazdım (Anılmak iyimserlik ve ümit batağına çeker.). Bir alıcın, adaptan edepten mahrum bir iğdenin durgun göle üflediği lafu güzaf deyu parlardım kimse geçmez yanından kibrimle. Rivayet bir iken üç oldu, üç iken bin oldu. Karanlık çökmeye başlamıştı şişeme, lakin telli kurşun cıvıltısı, kör baykuşun köhnedeki uğursuz neşesi hala biliniyordu kuytularda. Olsa olsa diyordum, bir serkeşlik, bir kamu yanılgısı, ucu göğü delen dağa çıkmanın nursuz helecanı, yıldızlara bakmanın körlüğüdür, diyordum Yağmur yağıyorsa ve göl kurumuyorsa ölmekle olmamak hatırlanmaya engel değildir diyordum. Yazılmışsa kaderimiz harf harf nohudi kağıtlara, meddahın ölümü kahveciye zarar, diyordum. Nakş-ı ser ab olan korksun kaderinden. Benim kele, köre, topala ne mihnetim var diyordum. Huruf-u hakikatim ben diyordum . Diyordum demesine de, içimde kasvetler bulut bulut, şişemde karanlık katmer katmer, korkular kederler denizinde bir o yana bir bu yana dönüyordum alemi elemde.

Efsunlu bir nefes beklerim üflesin karanlığı üzerimden, gözlerim suya baksın kötülükler kurmaktan cıvıl cıvıl. Bir çocuk gelsin gölün kenarına yüzme bilmese de. Elini çamura daldırsa, derinlerde de olsam.

Bir olmayacak hayal kuruyorum. Çıkıyorum şişemden köpük köpük, dudağımın biri yerde biri gökte, yoldan çıkacağını bildiğim efendime dileklerini sorsam. Yeniden namım dilden dile dolaşsa. İhtiyarlar “en son üç bin yıl önce çıkmıştı şişesinden, kötülük yine yamacımıza çadır kurdu”, dese.

Ah bir bilseniz ne yalnız, ne ümitsizim olmamışlığın bu kuytusunda. Düşünün ki, bir cinim ben ve küçücük bir şişedeyim. Klostrofobim yok ama imgeleminizi yahut tahayyül sınırlarınızı zorlayın bir: Küçük ve karanlığın altında bir şişede mahkûm ve nisyana terkedilmiş bir cin, içinde hür iradelerinizin bile kötülük potansiyelini aşacak kötülükler kumkuması garip yüreğim. Asırların, binyılların tahayyülatıyla bezenmiş, incelmiş, yücelmiş bir kötülük abidesiyim. Ah bilseniz bu gölün karanlık derinliklerinde nisyana terk edilişin acısını. Ah bilseniz içimde kuruyup kaybolan kötülükleri. Ah bilseniz, bilseniz nasıl da tarifi gayri kabil kederler içinde olduğumu…

Wednesday, November 07, 2007

İKTİDAR EĞİTİM VE SINAVLAR ÜZERİNE BİR DENEME İÇİN ÖN ÇALIŞMA NOTLARI

Eğitimci, düşünceli Mehmet Ağpak Beyefendi'ye...

Bu yazı öğrenci psikolojisiyle yazılmıştır.
İlk cümle herşeyi ifşa ediyor olmanın erdemini de için de barındırmaktadır.
İkinci cümle savunma mekanizmasının gücünü ve önceliğini açığa çıkarmaktadır.
Not: Bu yazı akademik bir formatta yazılmaktadır; dolayısıyla mevzuun meşruiyet zemini tartışmaya açık değildir.
Genel çerçeve
Bireyin biricikliği ve toplumun ruh standardına uydurulma çabası karşısındaki direnci, toplumsal sistemlerin en büyük sorunudur. Özellikle günümüzün modern, kapitalist, küresel vs. yapısında.(bkz. George Orwel, 1984, s.83) Çünkü bugünkü sistem, hem bireyden sistemin istediği tüketen toplumsal yaratığı olmasını hem de algıladığı gerçekliğin tanrısı olarak bireyselliğini yaşaması gerektiğini dayatmaktadır. Algılanacak gerçeklik düzeyi ise paket olarak sunulmaktadır. Eğitim sistemi ise bunun en etkin aracıdır.Sınavlar da bireyin adaptasyon sürecindeki en önemli kıstastır. Şimdilik konumuz eğitim sistemi ve meydan savaşları şeklinde tezahür eden sınavların mevcudiyeti, işlevi ve iktidar ilişkisi bağlamında seyredecektir.
Sorun
İnsanın toplumsal bir yaratık olduğu gerçeğinin; beşeri sistemler tarafından insanın şekillendirilen, sınırlandırılan toplumsal yaratığa dönüştürülmesi ve bünün da sürekli yüceltilen eğitim sistemi tarafından yapılması temel sorundur. Bugün toplumların yönetilmesi ve yönlendirilmesi varsayılan bir iktidar dağılım hiyerarşisinde sürdürülmekte ve yüceltilen bireysellik tamamen edilgen olmayı gerektiren bir muhtevada ele alınmaktadır. Demokrasi, hür dünya, düşünce serbestiyeti gibi kavramlar tam anlamıyla yönetenlerin iktidarlarını sağlamlaştırmaları için araç haline dönüşmüştür.(bkz. Öğretmenlik Mesleğine Giriş, ‘Eğitim ve Demokrasi’ bölümü ) Eğitim bir iktidar aracı olarak bireyin merkezde olduğu bir hür dünya tasavvuru geliştirmek ve bilgiyle bireyin özgürleştiği gibi iddialarla iktidarı meşrulaştırmakta ve bireyin hiyerarşik yapıdaki rolünü pekiştirmeyi amaçlamaktadır.Mesela; eğitimin en önemli işlevlerinden biri bireyin toplumsallaşmasını sağlamaktır. Tomlumsallaştırma işini üstlenen eğitim bütü bir yönetim sisteminin arzuları ve iktidar mantığının dışında bir iş yapmayacağından, toplumsallaştırmadan kasıt bireyin önceden tasarlanmış bir kişilik kabına sokulması anlamına gelmektedir. Modern anlamda devlet kurumu uluslararası düzen, kapitalist ekonomi çerçevesinde şekillenen bir zihniyet dünyasına dayandığından bahsedilen toplumsallama, mevcut düzenin işlerliğini devam ettirmeyi de içermektedir.(Ru, Modernite ve Ardında Yatan Öteki, Silüet sayı 1, s.5) Dolayısıyla sorunsalımızın temeli bireyin toplumsallaştırılmasıyla civciv üretimi arasındaki farkın irdelenmesine indirgenmiştir.
Ana Tema Üzerine Çeşitlemeler
a)Birey civciv ilişkisi
1. Böyle bir ilişki kurmak etikmidir?
Meselenin etik boyutu iktidarla kurulan ilşki bağlamında ikitidarı paylaşıyor olma yanılsamasıyla ilişkilidir ve de tartışmaya açıktır. Bu konuda genel olarak iki görüş vardır: Evet böyle bir ilişki kurmak etiktir, hayır etik değildir diyenler. Birinci görüşü savunanlar, böyle bir ilişki kurulabiliyorsa tabiki etiktir diyerek işin içinden sıyrılmakta, hayır etik teğildir diyenler, böyle bir ilişki kurmanın mümkün olmadığına inandıkları için etik değildir, demektedirler.(Tartışmalar için bkz. Türk Ansilopedisi, 8. Cilt)
2. Böyle bir ilişki kurmak mümkünmüdür?
Bkz. Üstteki madde.
b)Civciv üretiminin esasları
Öncelikle yumurtalar kuluçka makinelerinde belli bir sıcaklıkta 21 gün bekletilir. Kuluçka makineleri civcivlerin yumurtada oluşmasını ve dış etkilerden korunmalarına sağlar. Civcivler yumurtadan çıktıktan sonra kümeslerde yine sıcak ortam, yem imkanı hazırlanır. Ama yine de fireler olur her zaman. Civcivlerin bir kısmı dış dünya (yani kümes) şartlarına ayak uyduramayıp ölür. Bu doğal karşılanır. Önemli olan hayatta kalanlarlardır. Kalanlar etinden ve yumurtasından istifade edilmek üzere hayata emin adımlarla atılırlar.
c) Toplumsallaşma, toplum, iktidar
İnsan yavrusu dünyaya gözlerini açtığında önce merakla etrafına bakar ve telaşlı kalabalıktan ürküp ağlamaya başlar. (Bazı araştırmacılar ağlamanın sebebinin yavrunun doğduğu sosyo-ekonomik durum olduğunu saptamışlardır.) Konuşmaya başladığında ise korkunç sorular sorar ve çevresindekileri bunaltır. Bir süre sonra etrafında olanlara alışanlar insanlık adına fire toplum adına kazanımlardır.(Belkide civcivden farkı budur.) Toplum adına fire insanlık adına kazanım olanlar ise gerekli şartları bulamayacaklarından genellikle takiye yapar ve ortalama bir yaşantı grafiği tutturur ama yine de devlet istatistiklerinde yerlerini alırlar.(Oğuz Atay, Tutunamayanlar,s. 635) Bu çerçevede toplumsallaşmanın temel unsurları; çevredeki düşmanlar, vatanın birlik ve bütünlüğü(tıpkı cicivlerde olduğu gibi), en hakiki mürşidin ilim olduğu ve Türklerin mutlu olduğudur.(Nutuk, Biryerlerde geçiyordur, bkz) Bu noktada durup civciv üretimiyle, toplumsallaşma arasındaki en önemli fark olan sınav konusuna bakmakta fayda vardır.
Sınav nedir?
Sınavların kökenine dair yapılan araştırmalar ilk sınavın ne zaman yapıldığı üzerine ihtilaflı fikirler beyan etseler de, dini düşünceye göre ilk sınav Adem peygambere Tanrı tarafından yapılmıştır. Fekat bilimsel düşünüş gereği metafizik eğilimlere yer vermek büyük bir günah olacağında ilk sınavın antik Yunan’da yapıldığını ileri sürmek, gerçekten olmasa da, yerinde bir hareket gibi görünmektedir.
Sınavın ne olduğu sorusu ise ihtilafa yer vermeyecek kadar açık bir şekilde cevaplanmıştır.Öğreticilerin iktidarın hiyerarşik yapısında edindikleri konumun gereği olarak sınavlar öncelikli olarak bir hükmetme aracıdırlar. İkinci olarak öğrenenin, iktidarın mutlak yapısına karşı olabilecek muhalif düşüncelerinin budanması için kullanılan bir adaptasyon ölçütüdür. Ve sınavlar nihayetinde öğrencinin hep kaybettiği meydan savaşlarıdırlar. (bkz. Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi)
Sınavların İşlevi
Bilinmelidirki sınavlar ne bildiğimizi değil, ne bilmeniz gerektiğine yöneliktirler. Amaç istenilen şeyin yapılıp yapılmadığıdır. Yani kişi, iktidarın standart ruh düzeyine çekilmiş midir? Yoksa insanoğlu kendisine anlamlı gelen dünyada anlamlı bir varlık olduğuna inanıyorsa bilmediği birşey yoktur ve öğrenmek zaten hatırlamaktır.(Sokrat’ı hatırlayın) Dolayısıyla sınavlar, mevcut iktidar mantığına göre üretilen vasıflı ve vasıfsız amelelerin kalite kontrolünü yapmak için kullanılmaktadırlar. Yoksa öğrenci, kitapları ezberleyerek herhangi bir beceri sahibi olamaz. Birşeyler bilen (hatırlayan) bir kişi sistem için önemli değil; sistemin işleyişine adapte olan uyumlu ve itaatkar kişiler önemlidir. Çünkü hiçbir sistem fiziğin, edebiyatın, felsefenin, matematiğin öncelikli olarak iyi bilinmesiyle ayakta durmaz. Tam tersine, çevresinde olup bitenlere hayret etmeyen sadık kullar aracılığıyla ayakta durur.(Dostoyevski, Yer Altından Notlar)
Çözüm ve Sonuç
Durumun bu vehameti karşısında ne yapmalı? Bu farkındalığın sarhoşluğu içinde cuş-u huruşa gelerek lüzumsuz heyecanlara kapılmayın. Hemen sınavlarınızı geçin ve acilen iktidar hiyerarşisindeki yerinizi alın ve hükmetmeye başlayın. Çünkü, bir sistemde yaşayıp az veya çok o sisteme hizmet etmeyen bir düşünce kırıntısı yoktur. Bütün bu yazılanlardan iktidarın kötü olduğu, eğitimin kişiyi aşağıladığı, sınavlarınbeyninizi kötürümleştirdiğini çıkarsıyor ve bunlarla mücadele etmek neticesini çıkarıyorsanız, iktidarın lüzumsuz haşeratı yok etmek programına alınırsınız ve iktidara güç sağlamış olursunuz. Uyumlu olun, itaat edin ve memleket kurtarma sevdasına kapılanların akıbetini unutmayın. (Hatırlayın, 68 kuşağı, 27 Mayıs, 12 Mart, 70’li yıllar, falan) Sistem ne olacak diyorsanız, sistem birgün yıkılır kendi kendine.Yoksa kadere inanmıyormusunuz?

Wednesday, October 03, 2007

Çatı Katından

Arabaların yıldızlara bu kadar saygısız olduğunu buradan görebiliyorum. Kızıyorum tabi. Altlarındaki asfaltı çekip hepsini sanayi atıklarının yavaş ve koyu aktığı kirli dereye dökmek istiyorum. Uzaktan bakmak ve düşünmek her zamanki gibi rahatlatıyor beni. Yıldızlara bakıyorum. İlgisizlikten kahroluyorlar gibi de durmuyorlar. Tam tersi sinir bozucu bir huzurla gök kubbenin tavanında asılı duruyorlar. Saygısızlık karşısında bir şey yapacak gibi de durmuyorlar. İçlerinden bir temsilci seçseler ve aşağıya gönderseler: Ateşler saça saça bütün asfaltların üzerinden geçse ve eritse. Geriye sekiz buçuk santimlik bir çakıl yığını kalsa. Hiçbir araba bir yere gidemese. Kalsalar kaldıkları yerde. Sürücüleri sinirle tekerlekleri tekmelese. (Ben halk düşmanı mıyım doktor?) Ellerini bellerine koyup çaresiz bir tavırla etraflarına baksalar. Nafile fikirler ileri sürseler. Belediyeyi suçlasalar. ( “başbakan uyuyor mu kardeşim?” deseler.) Sonra bakışları gökyüzüne dönse ve yıldızları görseler. Acaba kaç tanesi o anda dehşete kapılıp kaç geceler boyunca altından geçtikleri yıldızları ihmal edip saygısızlık yaptığını fark eder? Herhalde çoğu ilgisiz bir bakış fırlatıp derdine dönecektir. Binlerce arabanın yollarda takılıp kaldığını hayal ediyorum. Helikopterlerden çekilmiş görüntüler süslüyor kalabalık zihnimi. Sanki üzerine konuşulacak bir şey varmış gibi spikerin analizleri kulağımı tırmalıyor: Binlerce araba yollarda. Kimi sürücü arabaları terk edip yaya yollarına devam ediyor… (Ben halk düşmanı mıyım doktor? Hayır, sen değil ama halk düşmanı bir bilinçaltın var.) Karşı tarafta pırıltılı ışıklarıyla duran yüksek apartmanlardan insanlar yollardakileri izliyor. Arabalarıyla çıkmamaları gerektiğine dair yetkili ve etkili beyanatlar dinlediklerinden hiç biri işine gidemiyor. (Doktor karşı taraftan baksak yani yıldızlardan baksak bu apartmanlar da yıldızmış gibi gözükür mü? Olabilir. Olumlu olmanız bana cesaret veriyor doktor, size hayranım.)

Hayır, arabalar saygısız olabilir neticede araba deyip geçebilirim ama bu kadar normal algılanması beni deli ediyor. Binlerce araba geçiyor ve hiçbiri yıldızları takmıyor. Çok acele ediyorlar doktor! Bari acele etmeseler. … Nasıl? Hayır hayır ben arabalara saygı gösteriyorum tabi. Varlıkları kimi zaman saygı uyandıracak kadar işe yarıyor. Ama resmin tamamına bakıyorum ben. Bütün evreni düşününce çok yanılgısı olan bir deli gibi oluyorum. … Biliyorum deli olmadığımı. Ama bu saygısızlık böyle devam edemez. Biri bir şeyler yapmalı. İçimde çaresiz bir boşluk oluşuyor. … Hayır doktor, kavisim yok benim. Siz beni anlamak istemiyorsunuz galiba. … Ne Süryanisi doktor ben yıldızlar diyorum…

Tuesday, July 31, 2007

Fas



Kazablanka

Tunus’ta son birkaç gün acaip bir bedbinlikle geçmişti. Kendimi halsiz perişan buluyor ve ilgiyle izliyordum. Sebebinin ne olduğuna dair bazı fikirlerim olsa da açıktan söylemekten çekiniyordum. Tabi şimdiki farkındalığım olmadığından çok içte bir yerlerde kendimi izlemekteydim. Kendime karışmamanın zaman zaman işe yaradığını gördüğümden, kendime bişey demeden güneşin kayboluşunu ve kilometrelerin akışını izliyordum. Tunus başkentte geçirdiğim son günün akşam saatlerinden birinin bir kısmını Süleymaniye medresesinde bir defile izlemekle geçti. “Modern ve gelenekseli kucaklayan” bu defile bir süre sonra kusuntu hissi uyandırmaya başlayınca müdire hanıma nezaketen veda edip Fas için hazırlanmaya gittim. (Yorgun ruhum ve dağınık çantamdan başka ne varsa artık!)
Çok benzer bir ruh haliyle Kazablanka’ya indim. Önce Cafe France’da bir kahve içip insanları izledim.(Özel bir anlamı yok, sadece insanları izlemek, şehrin sakinlerine alışmak. Bu arada hemen her yerde “Cafe France’lardan var.) Sonra bedbin (kötümser mi demeliyim acep? Devrime saygı) halimden çıkmadan Medinel Kadima’da kalabileceğim bir otel aradım. Victoria oteli. Tamam.
Sırtımda çanta olmadan (11.3 kg) yürümek iyi geldi. Cafe France’tan daha cafcaflı bir Cafeye oturdum. Kahvemi ve paketimdeki son Tekel 2000 sigaramı içerken garsondan en iyi yerli sigarayı öğrendim. Marquise (Markiz okunuyor!). Sonra hiç gereği yokken tuvalete gitmek istedim. Hala Tunus ruhdurumundayım malum. Tuvaletin kapısını açtığımda tarihe “Fas Aydınlanması” olarak geçecek muhteşem dönüşümü yaşadım. İlk iki saniye bembeyaz alaturka tuvaletin taşlarını algılamakla geçti. Yanılmadığımı anladığım anda yaşadığım net duyguların bir kısmı: Tunus’ta değilim. Artık alafranga tuvaletlerin tepesine tünemeyeceğim. Yeni bir ülkedeyim. Yeni bir şehirdeyim. Buranın tuvaletleri alaturka. Başka insanlar arasındayım. Ben burayı çok sevdim. Burayı mı tuvaleti mi? Bilmiyorum. Sevinçliyim. Sevindim. Ama efendim… Bırak Olric, vesvese verme.
İnsan bir şehri tuvaletlerinden başlayarak severse sağlam bir ilişkinin başlangıcından bahsedilebilir. “Ben Kazablanka’yı sırf tuvaletlerinden dolayı sevdim.” Nasıl? İyi efendim. Sana sormadım. Tamam efendim.
Markiz sigarasından yaktığımda rahatsız edici bir tat duymamak beni memnun etti. Sonraki günlerde de memnuniyetim devam etti. Sokaklara çıktım. Her şey bir başka görünmeye başlayınca gereksiz anlamlar ve işaretler bulma hastalığım da nüksetti. Normalleşmek için bir cami buldum. Camiden daha sakinleşmiş olarak çıktım.
Eski şehrin duvarlarını sağ yanıma alarak Atlantik okyanusuna doğru yola çıktım. Hedefim 2. Hasan Camii. Oldukça dağınık ama insan sıcağı olan mahallelerden geçiyorum. Biraz dinlenmek için bir pastaneye girince yoğurdun varlığını keşfediyorum. Ben burayı gerçekten seviyorum. Tunus’ta yoğurt bulamamaya alışmıştım. Ama neden her şeyi bu kadar çok karıştırıp karşılaştırıyorsunuz efendim? Buralara yoğurt var mı diye bakmaya mı geldiniz? Bişey mi arıyordunuz? Hayır konuşacağım! Ne arıyorsunuz? Yardımcı olayım! Biraz süslü duvar, büyük bir cami, bir tutam Atlantik, üç-beş sinagog; bu Kazablanka menümüz. Marrakeş’te biraz baharatlı ortaçağ eğlenceleri, kırmızıdan başka bir rengin olmadığı sokaklar, Türk tadında döner ve üç-beş yabancı. Yerle gök arasındayız. Zamanlardan modern zamanlar. Düğünler ve cenazeler hep aynı anda oluyor. Ne arıyorsunuz efendim? Huzur. Bizde kalmadı ama epey deri terlik, iki kırmızı Berberi halısı ve üç maymun kaldı elimizde. Terlikleri giyip kırmızı halı üzerinde yürürken maymunlar sizi eğlendirecek efendim. Kim nerden bilsin ki Süleyman’ın sefirisiniz. Maymunlar kamuflaj için. Görevinizden kimsenin haberi olmayacak. İşte geldik efendim. Aydınlatmayan deniz feneri. Sus Olric acı acı konuşma. Senin için kararmış. Fenere laf atma. Kimin neyi nasıl aydınlattığını nerden bileceksin. Bir kere sen pozitivistsin. Gördüğünden başkasına inanmazsın sen. Ben sizin inkârcı vicdanınızım efendim. Faydamı inkâr edemezsiniz. Bütün korkutucu fikirlerinize sevgi gösteren tek kişiyim ben.
Sisler içinde bir deniz feneri. Terk edilmiş. Hayır, terk edilmemiş. Etrafını Bidonville kuşatmış. İşimize bakalım. http://picasaweb.google.com.tr/ismailaydin/DenizFeneri

FAS-2

Beyaz Belde’den sonra önce güneye yönelmeye karar verdim. İlk durak Azamur. Önce şehir duvarlarının etrafını dolaşıyorum sonra o muhteşem karmakarışık sokaklarda kendimi kaybetmeye bırakıyorum. Abid Si Mohammed’le tanışıyorum. Kazablanka’da Suudi konsolosluğunda güvenlik görevlisi. Benim olmayan Arapçam onun olmayan İngilizcesiyle yarım saat kadar muhabbet ediyoruz. Ayrılırken bana telefon numarasını veriyor ihtiyaç duyarım diye. Yanında bir de hediye veriyor: Bir fotoğraf: Kendi bahçesinde, bir banyo küvetinde keyif yapan ördeklerinin bir resmi. Küvet toprağa gömülmüş ve ortalıkta bir anaç ördek beş-altı yavrusuyla ve ailenin diğer üyeleri; aralarında bir de kaz var. Kim bilir nereye dökülecek bir şefkat ve muhabbet dalgası bana böyle uğruyor. Şimdi düşündüğümde, neden hiç hayret etmeden ve hiçbir riyakârlık duygusuna kapılmadan hediyesini ve kopuk kelimelerini gayet normal bir tavırla karşıladığıma şaşıyorum. Tanımadığınız, dilini anlamadığınız bir insanın verdiği hediye bahçesindeki ördeklerin resmiyse ve siz yolcuysanız ve şaşırmıyor ama “normal(neyse normal artık)” hayatınıza döndüğünüzde şaşırıyorsanız keramet sizde değil yolda ve yolculuktadır. Yola ve yolcuya hürmeti ve muhabbeti asla esirgeme!

16. yüzyılın başından 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar Atlantik sahilinde Azamur’dan başlayıp, El Cedida ve Es Savira’ya kadar olan bölge Portekiz egemenliğinde kalmıştır. Muhtemelen Ümit Burnu’na kadar olan bölgenin kontrol altında tutulması ile ilgili olmalı. El Cedida çok renkli ve canlı bir şehir. Beyaz renk devam ediyor. Yeni şehir alabildiğine Fransızken eski şehir alabildiğine Faslı. Tunustan sonra yemek yemenin keyfini çıkarıyorum. Bir lokantaya oturup “kofte” ısmarlıyorum. Karşıdaki kasaptan et alınıyor ve öyle hazırlanıyor. Ardından nane çayı. (Abi Allah rızası için şekeri yanında getir diye inliyorum ama bir avuç şeker bardağın içinde dalga dalga! Bunu söylemeyi başardığım yer Tanca ve ondan sonra da önce Kazablankaya sonra memlekete dönüyorum.) Şekerin yoğunluğundan azar azar içip üstüne su ekletiyorum. Cedida da Portekiz sarnıcı görülecek yerler arasında sayılıyor ama beni cezbeden Camii Kebirin arka cephesindeki girişin revakları oldu.

Es Savira Afrikanın sörf merkezi olarak biliniyor. Yaz ortasında geceleyin üşümek mümkün, okyanustan gelen rüzgâr yüzünden. Es Savira’da inatla okyanus kenarında çadırda kalıp sabah yüzmek istiyorum. Kamp yeri aramalarım boşa çıkıyor. En son sorduğum Emin isimli delikanlı beni ısrarla kendi evinde kalmaya davet ediyor. Biraz İngilizcesi var. Olmazlanmak istiyorum ama nafile. Türkiyeden geldiğimi kardeş olduğumu söylüyor ve “onun evinde kalmak zorundaymışım”. Ailen diyorum, öğrenciymiş. Aslen Marrakeşliymiş. Evinde hemen nane çayı yapıyor. Çay içiyoruz ben de şartlarımı söylüyorum. O gece uzun bir muhabbetten sonra uyuyoruz. Sabah Medinal Kadima’da (eski şehir) attarlar çarşısında kahvaltıya gidiyoruz. Börek, peynir, kaymak, bal ve zeytin alıyoruz farklı, rengarenk ve envai çeşit kokusu olan dükkanlardan. Atarlar çarşısındaki kahvehanede “lipton çayı” varmış. (Nane çayı ile kahvaltı, fikir olarak bile güzelim menünün yanında ürkütücü geliyor.) Adından kahveler. Türk kahvesi yok ama espresso ile yetiniyorum. Sefil öğrenciler hesabı ödemek için çırpınıyorlar ama şartnameye uymaları gerektiğini ve bu borcu ilerde öğrencilere ödemeleri gerektiğini hatırlatıyorum. Şehirde dolanıyoruz. Sahildeki Portekiz kalesinde 1700’lerden kalma toplar ve martılar arasında Atlantik’i izliyoruz. Es Savira aynı zamanda balıkçılık merkezi. Öğle yemeğinde çipuraya benzeyen bir balık çeşidinde karar kılıyoruz.

Es Savira’dan sonra doğuya, Marrakeş’e doğru yön değiştiriyorum.


HURDA TEFFERRUAT
1. Fas’a “Fas” diyen tek ülke Türkiye. Fas’ın Fas’taki ismi “El-Mağrib”. Batı dillerinde “Morocco” deniyor.
2. Kazablanka iki milyondan fazla insanı barındıran Fas’ın en büyük şehri ve ekonominin merkezi. 1900’lerin başında Fransızlar tarafından liman şehri olarak seçilince küçük bir şehirden metropole dönüşmüş. “Casa blanca” beyaz ev anlamında, İspanyolcadan. Faslılar “Dar-ul Beyza” diyorlar ki aynı anlamda. Kimin kimden aldığı bana malum olmadı ve önemi de yok.
3. “Bidonville” Türkçede gecekonduşehir kelimesi ile karşılanması makul olan bir sosyal bir hadise. Evler nebulunmuşsa ile yapılan cinsten. İstinasız hepsinin tepesinde uydu anteni var.

Tunus

Fotoğraflar için: http://picasaweb.google.com.tr/ismailaydin/Tunus

İstanbul-Tunus uçağına bineceğimden hep şüphe duydum. O kadar olumsuzluk ardı ardına gelince muhakkak bir yerde beni durduracaklar gibi bir düşünce kafamda yer etmeye başlamıştı. Pasaport kontrolünde iki ihtimal vardı; ikisinin de olma ihtimaline rağmen bir ihtimal daha çıktı. İlk iki ihtimalden birincisi vergi borcum olması ikincisi asker kaçağı olma durumumdu. Dolayısıyla üçüncü ihtimal olan sorunsuz uçağa gidebilme ihtimali çıktı ve içim huzur içinde uçağa gittim ve yerime oturdum. On dakika sonra yerimin bir başka sahibi çıkınca, kendimi Kurban Bayramında otogarda sandım. Uçak görevlisi ikinci kişiye boş bir yer buldu ama Tunuslu vatandaş hiç gitmek niyetinde olmayınca, yarı yolda indirilmeyeceğim garantisiyle ben kalktım.
Tunus denince zihnimde yeri olan birkaç şey vardı. Birincisi Cerbe adası, ikincisi başörtüsünün sokaklarda yasak olduğu, üçüncüsü Ukbe bin Nafi’nin şehri Kayrevan. Cerbe adası çocukluğumdan beri bildiğim efsanevi bir korsan adasıydı. Barbaros Hayrettin Paşa’nın korsanlığa başladığı yer. 1510’lu yıllarda, o zamanlar Hızır Reis olan Barbaros, abisi Oruç’la birlikte Cerbe’de buluşup Akdeniz’in kaderini belirleyecek kariyerine başladığında, Cerbe adası kaçakların, korsanların, sürgünlerin sığındığı uluslar arası bir mekânmış. Benim çocuk zihnimde kalan, Hızır Reisin bir Venedik kalyonunu zapt edip adaya gelmesiyle birlikte diğer korsanların saygısını kazandığı ve diğer Türk korsanları etrafına toplayıp Akdeniz’in kontrolünü ele geçirmesi, İspanyada engisizyon mahkemelerinde yakılan Müslüman ve Yahudileri Kuzey Afrika’ya taşımaları vardı. Cerbe’den sonra Tunus sultanından Halkulvad limanını kullanma iznini alınca Barbaros kardeşler rotayı Cezayir’e çevirirler. Cezayir beylerbeyliği Kanuni döneminde, Barbaros Hayrettin’in büyük bir filoyla İstanbul’a gelip padişaha bağlılığını bildirmesiyle kurulur.
Rüyalarıma girerdi kızıl cepkenli korsanlar. Eğri palalardan kan damlar, kemik çatırtıları kulağıma kadar gelirdi. Güvertelere kum dökülmeye başladığında direkteki gözcü çoktan bir Malta veya Venedik gemisinin ufukta göründüğünü haber vermiş olurdu. Kan oluk oluk akmaya başladığında kum çıplak ayaklı leventlerin kaymasını engellerdi. Düşman gemisi yedeğe çekildiğinde güverte temizlenir, yıkanır ve yaralıların iniltisiyle beraber Akdeniz’in mavi sularında bir akşam namazı kılınırdı.
Başkent Tunus’ta Kartaca havaalanına inince biraz dinar aldım ve bir taksicinin çekiştirmesine ses çıkarmadım. “15 dinar” deyince hiçbir şey demedim ve gülümsedim sonra sırtımı dönüp giderken “5 dinar” dedi. Şehir merkezine doğru yola çıktık. Eski bir Fransız sömürgesi olduğunda herkes Fransızca biliyor. İlk dil dersini taksiciden aldım doğal olarak ve seyahatin geri kalanında İngilizce kullanamadığım durumlarda, Arapça, Fransızca karışımı bir dil kullandım. Tabi bu, benim Arapça veya Fransızcadan herhangi bir şey bilmemden değil, İngilizce-Fransızca ve Arapça-Türkçe ortak alanlarından istifade ederek kurduğum temel ihtiyaçlar diliydi.
Şehir merkezinde taksi şoföründen kurtulmam biraz zaman aldı, zira yardımsever ve misafirperver Tunuslu ille de beni bir otele götürmek istiyordu. Ondan kurtulunca Tunus sokaklarına adadım kendimi. Aşağı yukarı birbirine benzeyen Fransız şehir planlaması ürünü sokaklardan çabuk sıkıldım ama İbni Haldun’un heykelini geçip eski şehre (Medinal Kadima) ulaşınca rahatladım. Bir anda kendimi dar sokaklarda ve çarşılarda buldum. Herhangi bir yeri bilmediğimden dolayı kayboldum demem için bir sebep olmakla birlikte, anlamsız gibi gözüken sokakların karmaşasında anlamsız gözüken bir gezmeye daldım. Bir süre sonra birkaç defa aynı sokakları geçtikten sora, mekâna dair bir fikrim oldu. Bir süre sonra Zeytuna camiine vasıl oldum. Tunus’taki en eski camilerden biri. Öğle namazını kıldıktan sonra dışarı çıktığımda artık merkezi bilmenin rahatlığıyla sokakları arşınlamaya devam ettim. Süleymaniye medresesini bulmam zor olmadı, bildiğimden değil tabii. Binanın girişindeki çinileri görünce yandaki tabelayı okumaya çalıştım: “Süleyman” ve “medrese” kelimelerini tanıyınca hemen içeri daldım. Çok tanıdık bir mekân. Beyler döneminde yapılan Osmanlı yapısı. Mimari; Osmanlı medrese planı, tezyinat Endülüs Arap. Müze ve kültür merkezi olarak kullanılıyormuş. Müdire Saliha hanımla tanışınca Tunus üzerine teferruatlı konuşacağım ilk kişiyi de bulmuş oldum. Saliha Hanım tarih doktorası yapmış ve İngilizcesi iyiydi. Medreseyi gezdirdi. “Devleti Osmaniye” ve Türkiye, Tunus’un modernliğinden ve Atatürk’ten bahsettik. Tunus’un Fransız sömürgesinden kurtuluşu sonrası cumhurbaşkanı olan Habib Burgabi bir Atatürk hayranıymış. Hatta Tunus’ta “Kemal Atatürk” caddesi bile var. Biz medreseyi gezerken Tunus’un şair ve edebiyatçılarının periyodik toplantılarından biri başladı. Saliha Hanım aracılığıyla onlarla tanıştım. Türkiye denince bilmiş bir edayla baş sallıyorlar. Müslüman olup olmadığımı sordular. Saliha Hanım 15 dakika önce beni sınav yaptığından emin bir sesle Müslüman olduğumu onlara anlattı. Saliha Hanım’a Müslüman olduğumu ispat etmek için birazda ısrar üzerine, ellerimi dizlerime koyarak bir fatiha okumaklığım gerekmişti. Nerden bilebilirdim ki yol boyunca tanıştığım her Tunuslu benden aynı şeyi isteyecek. “Müslüman’ım” deyince “ikra” diyorlar. Bunu iki sebebi vardı kanımca. Birincisi ki en önemlisi; sadece kendilerinin Müslüman olduğuna dayanan ilginç yanılgı durumu. İkincisi Türkiye’nin laik yapısı.
İkindi sonrasında Tunus’a yakın bir şehir olan Sidi Abu Said’e gittim trenle. Kartaca kalıntılarını ertesi güne bırakıp şehre gittim. Çok şirin bir Akdeniz kasabası. Beyaza badanalı evleri begonyaları, yaseminleri ve deniziyle insanı mest eden bir mekân. Girişte bir kahvehaneye oturup kahve içtim. Tabi Tunusun kahvehaneleri bahse değer bir konu. Öncelikle çok güzel yerler. Çinili, rengârenk ve şirin yerler. Çay deyince bildiğimiz siyah çayın esamisi okunmuyor. Nane çayı var ve Fransız mirası kahve çeşitleri: Sütlü kahve, espresso. Türk kahvesi yapan yerler de vardı ama memleketin kahvesini çok aradım.
Sidi Abu Said’de ilk dikkatimi çeken kapıdan içeri girince bir müze eve girdiğimi fark ettim. 1900’lerin başında Tunus müftülüğü yapmış Tayyib bin Ennebi’nin eviymiş. Endülüs usulü ahşap ayrıntıları ve süslemeleri, selsebili, yasemin ve begonya çiçekleriyle baştan çıkaran bir güzellik. Terasından şehri temaşa etmek de mümkün.
Sokakları gezerken daha önce dikkatimi çeken bir şeyi yaptım. Erkekler kulak arkasına çiçekler koyuyorlardı. Bende sokakta yasemin satan bir çocuktan beyaz yaseminle alıp kulak arkasına yerleştirdim. Sidi Abu Said Akdeniz kıyısında ama yüksekçe bir yerde. Kayalık bir yerden denizi seyrederken yanıma gelen bir gençle evrensel dilde konuşurken veya konuşmaya çalışırken, yanımıza iki hatun kişi geldi. Biri kız kardeşi diğeri nişanlısıymış. Aslen Cezayirlilermiş ama Tunus’ta üniversitede okuyorlarmış. Türkiye kelimesini duyunca derin bir muhabbette daldık. Tabi onlar kendi aralarında konuşuyorlar hararetle sonra arada benim hakemliğime başvuruyorlardı. İletişim daha çok işaret ve Türk-Arapça veya Franclish aracılığıyla mümkün olabiliyordu. Konuşacak bir şey kalmayınca yaseminleri hatun kişilere hediye ederek onlara veda ettim.
Onlardan ayrılınca akşam tenhalığında plaja indim. Akdeniz’e merhaba dedim. O kadar kaynaştık ki o gece orda kaldım. Ay ışığında, plajın bekçisi Hişam’dan aldığım “şez”e oturup yıldızlara ve denize baktım saatlerce.
Kartaca'daki Roma kalıntılarına olan ilgisizliğimi kendime pek açıklayamasam da gezmekten kendimi alamadım. Romalıların ortalıkta saçılmış bu birbirine pek benzeyen taş yığınlarına baktım, hatta bazen ilgileniyormuşum gibi davrandığım bile oldu. Mustafa Armağan’ın İvan İlyiç’ten aktardığı kadarıyla Kartaca kurulurken bir tılsım yapılmış. Bir çift beyaz öküze koşulu tunç bir sabanla şehir dıştan içe sürülmüş ve merkezde düğümlenmiş. Fenikelilerin kurduğu bu şehir Romanın kâbusu olmuş. Defalarca Roma işgaline uğrasa da tekrar dirilmiş ve dikilmiş Roma’nın karşısına. En son Roma komutanı Scipius tarafından talan edilmekle kalınmamış şehrin kuruluşundaki tılsım da bozulmuş. İşlem Fenikelilerin yaptığının tam tersi. Tunç bir sabanla şehir merkezinden dışa doğru. Böylece şehri koruyan tılsım bozulmuş ve yerine hemen Roma tapınakları ve binaları inşa edilmiş. Fakat tılsımı bozulan şehir anlaşılan kimseye yar olmamış. Fransız sömürgesinde koruma altına alınan harabeler doğal olarak Roma kalıntıları. Kartaca kalıntılarının olduğu bölgede cumhurbaşkanlığı sarayı da var.
Tunus merkeze döndükten sonra güney şehirlerine doğru yola çıkacağım. Yol sorduğum bir üniversite öğrencisiyle konuşurken atalarının Türk kökenli olduğunu öğreniyorum. Soyadı “Obay” imiş. Süleymaniye medresesinin müdiresi Saliha Hanım “Bey, Ağa, Paşa” soy isimli birçok aile olduğunu söylemişti. Nebul şehrine doğru yola çıkıyorum. Yolda her taraf yemyeşil, zeytinliklerle dolu. Daha güneye indiğimde ise kilometrelerce devam eden zeytinliklerle karşılaşıyorum. Tunus’un çölle özdeşleşen imajı değişiyor zihnimde. İklim Akdeniz. Nabul turistik bir yer tıpkı diğer sahil şehirleri gibi. Açık camii bulamadığımdan epey bunaldım. Tunus’ta camiiler namaz vakitleri dışında kapalı tutuluyor. Sebep radikal bazı örgütlerin camileri propaganda mekanı olarak kullanması. En çok dokunan ise tarihi ulu camilerin kapalı olması. Turistler huzur içinde içeri girip fotoğraf çekerken namaz kılamamak acı bir olay tabii. Fakat hıncımı görevlilerden çıkardım. Hepsiyle usanmadan uzun uzun tartıştım. Müslüman olduğumu ve namaz kılmak istediğimi belirterek camiye girmek istedikçe beni kucaklayarak engellemek zorunda kaldılar. Açıkçası pek izah edilebilecek bir durum olmadığı ortada. Mabet ibadet için ve adamın görevi ibadeti engellemek orta sınıf Fransızların fotoğraf çekmelerine hizmet etmek.
Nabul’den Sussa şehrine geçtim. Sussa oldukça büyük bir şehir ve turizmin en önemli şehri. Eski şehir duvarlarla çevrili, iç kale ve Ulu Camii olduğu gibi duruyor. Çarşısı yabancı kaynıyor. Bir gece kaldıktan sonra Kayrevan’a gittim. Ukbe Bin Nafi’nin şehri. Kayrevan “ordugâh” anlamına geliyor. Kuzey Afrika’da kurulan ilk Müslüman şehri. Ukbe bin Nafi ordusuyla beraber bölgeye geldiğinde yerleşime uygun bulduğundan bir süreliğine dinlenmek için yerleşmeye karar verir. Fakat su ihtiyacını gidermek için bir kuyuya ihtiyaçları vardır. Kuyu için yer tesbit etmek için çalışırlarken ordudaki Uta isimli köpeğin bir yeri eşelediğini fark etmişler. Ve kazılan yerden su çıkmış. Bu şehirde Es-Saad isimli delikanlıdan dinlediğim hikâye. Kuyu hala duruyor ve Bir-i Uta (Biruta) deniyor köpeğin ismine hürmeten.
Peygamber efendimizin berberinin türbesinin olduğu söylenen bir camide ilginç bir hadiseye sahit oldum. Kayrevan’ın sünnet edilecek bütün çocukları türbenin bir köşesinde sünnet ediliyor.
Kayrevan’ın su sarnıçları ve Ukbe Bin Nafi Camii diğer önemli mekânlar. Cami açıktı ve hafızlık çalışan çocuklar avluya dağılmış sesli bir şekilde Kur’an okuyorlar.
Sfax güneyin ekonomik başkenti. Fazla durmadan Cerbe adasına doğru yola çıktım. Cerbe sahilinde sarhoşları ve hayat kadınlarının piyasa yaptığı iğrenç kokan atmosferinden çabucak uzaklaşıp Gazi Mustafa Paşa kalesini selamlayıp, caminin birine sığındım akşamüstü. Akşam namazındaki kalabalığı sevdim bir tek. Kalmaya tahammül edemedim ve Gabes’e doğru yola çıktım. Gece yarısı Gabes’e ulaştım. Açık bir büfede bir şeyler atıştırmak için girdiğimde Libya’da Türklerle birlikte çalışmış bir Tunusluyla tanıştım. “Kardaş, arkadaş” kelimelerinin yanı sıra kopuk kopuk üç beş kelimeyle derin bir muhabbete daldık. Anlaşmak için dile ihtiyaç olmadığını bir daha fark ettim. Gerçekten de aynı yoğunlukta iletişim ihtiyacının olduğu durumda üç beş kelimeyle ne çok şey anlatılıyormuş.
Ertesi gün Kebil’e ordan da çölün kıyısındaki Sabriye köyüne gittim. Bir bedevi ailesinin evinde akşam serinliğini bekledim. Kuskus pilavı yedik. Akşama doğru Ali isimli aile reisi deveyi hazırlamaya başladı. Gerekli malzemeyi yükledikten sonra çöle doğru yola çıktık. Gerçi köyün bulunduğu yer zaten çöl. Akşam karanlığı çökmeden kamp yapacağımız yere ulaştık. Ali devenin ayaklarını başladıktan sonra odun bulmaya gitti. Derin bir sorumsuzluk ve kayıtsızlık içinde çevrede dolandım. Kum tepecikleri arasında ufak çöl bitkilerini inceleyerek dolaştım. Sonra Ali döndü, kucağında kuru otlar ve bazı köklerle. Ateş yaktı. Yemek yaparken bir ara benden bir şeyler istediğini fark ettim. Elinde soğan doğrama taklidi yapınca bıçak istediğini fark ettim. Olmadığı belirtim. Kaşıkla soğanı doğradı. O kadar kayıtsızdım ki iki gün sonra Fas’ giderken bu olayın aslında komik olduğunu fark edecektim.
Yemek yedikten sonra yanımdaki poşet çayı çıkardım. Çaydan sonra kötü bir kahveden büyük bir fincan alıp biraz uzağa gidip sırtüstü uzandım ve yıldızlara baktım. Saatlerce bilincim tam uyanık o muhteşem manzarayı izledim. Issızlık ve tam sessizlik. (Bu kısımda uzun uzun anlatılacak bir şey yok.)
Akşam namazında Ali’nin imamlık yapmasını istedim. Kıratının bozukluğu bir yana İhlas süresini yanlış okuyunca “bedevi” kelimesi üzerine iyi düşünmem gerektiğini fark ettim. Sabah namazına üşümüş uyandım ve bir daha yatmadım. Güneşin doğuşunu izledim. Ali de uyandı ve kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Hamur yoğurdu ve ekmek şekli verdiği hamuru közlerim içine koydu. Kabartma tozu olmadığından hamurumsu bir ekmek çıktı ortaya ama dişlerimi fırçalamış olmanın sevinciyle kahvaltımı yaptım. Sonra döndük köye.
Sabriye’den Kebil’e döndüm tekrar. Çölün huzurunu şehirde kaybedince durmadan yol almak arzusuna kapıldım. Ve gün öğleden sonra Gafsa’ya oradan da Kassırayn’a gittim. Gece saat onda Tunus başkente doğru yola çıktım. Sabah namazında uyandığımda araba bir terminalde durmuştu. İndim arabadan ama bütün çabalarıma rağmen nerede olduğumu anlayamadım. Tunus’ta mıydım yoksa Bizerte’de miydim? Sonra Bizerte’de olduğuma kanaat getirdim ve şehir merkezine gidecek olan minibüse bindim. Uyuklarken arabanın yola çıktığını fark ettim. Bir ara gözlerimi açıp yola bakınca bir tabelada Bizerte’ye 50 km olduğunu gördüm. Tunus’ta olmuş olduğumu öğrendim o an. Huzur içinde tekrar gözlerimi kapadım. Bizerte Akdeniz sahilinde şirin bir şehir Tunusa 60 km uzaklıkta. Kahvaltımı orda yaptım. Şehri ikiye bölen büyük boğazın üzerindeki köprüyü yürüyerek geçtim. Kaleyi ve eski şehri dolaştım.
Tunus, başkenti dışında Fransız mimarisinden pek etkilememiş. Evler iki üç katlı ve kendine özgü mimarisiyle rengarenk. Endülüs etkisi bütün mimariye sinmiş.

Hurda Teferruat
1. Barbaros Hayretti Paşa ile ilgili birçok roman vardır. Aptullah Ziya Kozanoğlu (Türk Korsanları), Feridun Fazıl Tülbentçi(Barbaroslar Geliyor) ve Ahmet Yılmaz Boyunağa (Zafer Rüzgarları (Daha çok Turgut Reis’i anlatan bir roman)) öncelikle isimleri zikredilecek romancılardandır. Ama en önemli eser Ertuğrul Düzdağ tarafından latinize edilen, Barbaros’un “Gazavatı Hayrettin Paşa”sıdır. Kanuni Sultan Süleymanın emriyle yazdırılan bir eserdir.
2. “Tunus’ta Osmanlı Mimari Eserleri” isimli kitap mimari eserlerin envanterini çıkarması yanında Tunus’taki Osmanlı hakimiyetine ilişkin bilgiler de içermekte. Yazarı Kadir Pektaş.
3. Habib Burgabi Fransız sömürge dönemi sonrasından 1987’ye kadar cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Bir Atatürk hayranı olarak biliniyor. Ayrıntılı bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Habib_Burgiba Şimdiki cumhurbaşkanı Zeynelabidin bin Ali başbakanken Burgiba’nın hasta olduğunu doktor raporuyla tespit edip yerine geçmiş bir generaldir.
4. Tunus’ta sokakta başörtüsü yasağı şuan fiili olarak uygulanmıyor ama başörtülü olmak kamusal alanda sorunlar teşkil ediyor.

Thursday, June 28, 2007

Bir Dosta Söylenmemiş, Bilindiğini Bildiğim, ama Kelimenin Kifayetsizliği Kavşağında Kalpten Çıkması Gereken Birkaç Kelam

Yeryüzünde yaşamak için ne kadar sebep bulunabilir bilmiyorum ama varlığın hep böyle bir sebep oldu. Yalnız olmadığımı bildim seninle. Kendimle özdeşleştirdiğimden değil; başka, ama varlığı iyi bir şey olan biri. Varsan burada olmak garip değil. Bütün çılgınlıklara mülayim bir gülümsemeyle bakabilirim, çünkü çılgınlığın çılgınlık olduğunu bilirsin. Ben çöl güneşinde yandığımda sen de yanıyorsan ve çöl gecesinde üşüdüğümde sen de üşüyorsan; ölüm kuyruklu bir yıldız(özlemle bakmanın anlamı yok nasılsa çarpışacağız bir gün) ve yaşamak, senin aynana şavkı vurduktan sonra, şenlikli bir berberi şarkısıdır.

Ellerim

Ellerimi nereye koyayım bilmiyorum
Sesim çıkmıyor
Suları kirleten bir gül geçti yanımdan
Çürüyor sessiz bakışlarım
Çıkan her kelime bir kan pıhtısı
Ağzımdan üstünüze bulaşıyor
Özür dilerim

Monday, June 25, 2007

YOL

Yol bir çıkış mıdır? Kendini de götürürsen heveslenme! Fakat yine de kendini gezdirmek iyi bir şey olabilir. Değilmi ki yanlışın ne olduğunu bilmiyorsun. Doğru dediklerinin yanlış olup olmadığını bilmedikten sonra, bütün huysuz keçilere saygı gösterebilirsin..

ÜÇÜNCÜ HALİN İMKÂNSIZLIĞI

Size neden ıspanak pişirmeliyim ki
Akan suda iki defa yıkanamadıktan sonra
Doğmuşumöleceğimvegüneş
Bir şey olmamış gibi ısıtacak benden sonra

Kıyametim kopmuş,
Balık pazarında hamsiler, lüferler
Roka, limon, soğan
İnanılası hangi yalan kalmış?

Vazgeçtim rokada, lüferden
Yaşamaktan geçtim ama
Kendimle kol kola yağmurda yürüyememek,
Ve kızdığımda kendimi
Gözü yaşlı geride bırakamamak
Asıl bu koyuyor adama…

Monday, June 11, 2007

Bakındı Hele Yaptığınıza!

Medeniyeti hazmedemeyen bir topluluktan bahsedilecekse Şarkın iflah olmaz toplulukları örnek olarak verilebilir. Şanlı Amerikan ordularının asrın diktatörünü devirmesinden sonra Irak’ta dikmeye çalıştığı demokrasi fidanının en önemli kollarından biri olan basın ve fikir özgürlüğü bugün ehemmiyetli bir meseledir. Demokrasinin en büyük nimet olduğunun anlaşılabilmesi için şanlı Amerikan ordusunu seferber etmemiz herhalde bu konuya verdiğimiz ehemmiyeti ortaya koymaktadır. Lakin bugün bütün çabalara rağmen Irakta basın ve fikir özgürlüğü tehdit altındadır. Bunu, siz doğuluların atıl zihniyet kodlarıyla izah etmek mümkün görünse bile müşfik ve adil ordumuzun bulunduğu bir yerde, üstelik kutsal misyonunun demokrasi olarak bilindiği ve kabul edildiği bir durumda başka sebepleri de irdelemek gerekmektedir. Bunlardan birincisi komşu ülkelerdeki melez demokrasimsiliklerin yetersizliklerinin farkında olmayıp mevcut geçici olağanüstü durumu suiistimal etmeleridir. Biri Türkiye, diğerleri bir takım körfez ülkeleri olan bu tarihsiz(hadi zayıf tarih şuuruna sahip) modernleşme tecrübeleri, yüksek insanlık ideali peşindeki Amerikan medeniyetinin çabalarının akamete uğraması için içten içe çaba göstermektedirler. Özellikle Katar merkezli El-Cezire’nin yayınları neredeyse yaptıklarımızın cinayet ve yıkımdan başka bir şey olmadığını ileri sürebilecek kadar cüretkâr içeriktedir. Neyse ki El-Cezire’nin Iraktaki basın faaliyetlerine nihayet verildi de Irak’ta gerçeklerin insanlığa duyurulması mevzu-u kirlilikten kısmen azad edildi. Fakat bunun yetmediği ortadadır. Nitekim El-Cezire uydudan Amerikanca yayına başlamış olup mezelletlerine ana dilimizde devam etmektedir. Bu çaba açıktan medeniyet düşmanlığının ideolojik bir veçheye döküldüğünü göstermektedir ki hükümetimizin acilen mes’eleye müdahalesi gerekmektedir. Basın yayın yoluyla modern medeniyeti tezyif ve tahkir suçunun bir cezası olmak gerekmez mi sorarım? Üstelik üj-bej Arap’ın bu suçu Franka Lingua olan Amerikanca’da irtikâp etmeleri izan ve insaf sınırlarını zorlamaktadır. Bir diğer örnek Türkiye’de çekilmiş “Kurtlar Vadisi Irak” filmidir. Kamuoyunda Amerikan imajını yerle bir eden ve asil askeriyemizi olmadık suçlamalarla istinkâf eden bu film medeniyetin kapitalist mükemmelliğinin nadide bir üretimi olmasına rağmen Amerikalıları dilhun eden bir filimdir. Bizden transfer ettiğiniz sinema san’atını bu şekilde kullanmanızı haşyetle ve de teessüfle izliyoruz. Sinemayı en çok iptidai kültürünüzün âleme faş edilmesi için kullanmanız gerekirken kalkıp Amerikan değerlerine saldırmak için kullanmanız itidalle karşılanabilecek bir şey değildir. Hele hele “San’at işte kardeşim, niye bu kadar alınıyorsunuz!” gibi bahanelere sığınmanız geçerli bir izah değildir vesselam. Bu veçhesiyle basın ve fikir özgürlüğü yeni tanımlamalara açılmalıdır nitekim. Aksi takdirde medeniyetin nimetlerini bütün akvam-ı beşer olarak kaybetme tehlikesi içerisinde olacağız. Biz olmasak primitif bir şekilde solucanlar gibi kıvranmaya devam edecektiniz. Kurduğumuz bu mükemmeliyeti berhava etmenize müsaade etmeyeceğiz tabiî ki. Yeni müeyyideler ve fetihler yoldadır. Vaziyet bu haldeyken Irak’tan askerleri çekmemiz gerektiği gibi izandan uzak efkâra itibar etmemiz mümkün müdür?

Ilıman sularda yüzen Şarkın çocuklarına!

Ilıman sularda yüzen Şarkın çocuklarına:
Sizinle anlaşabileceğimizi biliyoruz. Siz konuşmak istiyorsunuz. Bu medeni dünyaya dâhil olma isteğinizin bir göstergesi ve ehlileştirilebileceğinizin bir işareti. Seviniyoruz ve enerjimizin bir kısmını size yöneltiyoruz. Sizi olduğunuz gibi kabul etmek eğiliminde olan bazı liberalizm teorisyenlerinin tozpembe cümleleriyle algılamamızın mümkün olmadığını belirtmeliyim. Biraz sağınızın solunuzun düzeltilmesi, kaşlarınızın inceltilmesi (ama gerçekten kaşlarınız çok kalın!) cümlelerinizin tevile açık hale getirilmesi gerekiyor. Size güvenemiyoruz: Zira ruhlarınızdaki derin hesapların nesillere bölüştürülmüş olduğunu görüyoruz. O kadar derin bir hesabın içindesiniz ki siz bile farkında değilsiniz. Neticede Şarklısınız ve ruhlarınızın medeniyetin emsalsiz nimetlerinden istifade etmesi gayri kabil. Hesaplarınızın temelinde bize nüfuz etmek ve ıslah etmek olduğu malumumuzdur. Lakin biz önümüzdeki meselelere bakalım. Genişledikçe şahıslar üzerindeki hâkimiyetiniz azalıyor. Sizinle konuşuyoruz ve konuşma imkânımız artıyor. Vatansever evlatlarımız memleketinizdeki vazifelerinin içine sizi de aldılar. Kurumlarınızda yetiştirdiğiniz kompleksli ve “yaralı bilinç”lerin beyni üzerinde çalışmaktalar. En derin yaranız İslam’ın yanlış algılanması olduğundan, bu “özgür!” ve “bireyleşmiş!” çocuklarınız vatanseverlerimizle konuşmaya pek meraklılar. Biz de konuşmalarını istiyoruz. Yetiştirmeye çalıştığınız nesillere katkımızı inkâr edemezsiniz. İslam’da bir reform sürecinin olmayacağı ortada. Lakin bir reform varmış olmuş gibi davranmayı seven bir nesle katkımız olduğunu görüyorsunuz ve göreceksiniz. Dillerinin gelişmesine katkıda bulunuyoruz. Yumurta küfenizde civcivlerinizi ısıtıyoruz. Yakında renkli civcivlerin(m)iz olacak.
Onlar da medeniyetin nimetlerinden istifade etmek istiyorlar. Renklerin hepsini üzerlerinde taşımak istiyorlar. Bunları sevecenlikle karşılamak zorunda kaldıkça-çünkü onlar sizin çocuklarınız- keskin taraflarınız törpülenecek. Kentli olmaya başlayacaksınız. Kentli olduğunuz vakit dünyayı daha derin ve karmaşık hesaplarla ve de kararsız algılamaya başlayacaksınız. Bu çürümenin başlangıcı olacak. Bütün sosyal teorilerimiz bu sürecin sonunu bize bir matematik işlemi gibi vermektedir. Bu işlemin sonucunun medenileşme değil yıkım olduğunu da müsaadenizle ben söyleyeyim: Oyunun kurallarını siz değil biz koyuyoruz ve bu oyunu çok oynadık.
Efendim! Ne dediniz? Allah’ın da bir hesabı mı var? Benim bildiğim Newton’dan bu yana parmağını kımıldattığını gören yok!
Bu sözlerim ne anlama geliyor: Fikirlerini gizlemeden ve kartlarını açıkça ortaya koyan ve yenilmez bir medeniyete mensup demokrat ve liberal ve teyakkuzda bir Garp rasyonalitesi. Bilmem anlatabiliyor muyum?