Sunday, October 05, 2008

Uyandıran Cümle

Bu sabah, Ahmet Doğan hocanın
“İnsan önce ruhundan çürümeye başlar,
Kimselere görünmeyen, aynalara yansımayan tarafından.”
Cümleleriyle uyandım. Daha doğrusu uyandım ve birden bire içimden geçen cümlelerin bunlar olduğunu farkettim. Ve sesli söyledim..

Thursday, August 07, 2008

-Doktorcuğum, padişah olursam çeşmelerden kahve akıtacağım.
-Mantıksız
-S………………………………..

Thursday, July 31, 2008

“Ruyasında kendini insan olarak gören bir atın ruyasındaki insanın ruyasında kendini fil olarak görmesi”

Doktorcuğum şimdi sen 10 doktor arkadaşınla (11 kişi ediyorsunuz!) oturup benim hakkımda "Bu adam fildir” gibi bir iddiayı tartışıp bir karara bağlamak durumunda kalsanız ne olur?

Önce kurallar tabi: Evvela benim fil olduğuma karar verebilmeniz için keyfiyetli kesret gerekiyor. Yani 11 kişiden 7’sinin “evet bu adam fildir” diye bir kanaate ulaşması gerekiyor. Diyelim ki toplaştınız uzun tartışmalara girdiniz ve 6 kişi “evet bu adam fildir” dedi, diğer 4 kişi “fil olduğu tartışmalıdır” dedi. Sen de benim, “Ruyasında kendini insan olarak gören bir atın ruyasındaki insanın ruyasında kendini fil olarak görmesi” olduğumu iddia ederek “bu adam bir fildir” önermesinin geçersiz olduğunu iddia ediyorsun.

Şimdi ne olcek?

Tamam, doktorsunuz, yani doktordan başka bir şey değilsiniz, anladım. Lakin siz benim fil olduğum gibi ciddi bir konuda bir karar vermiş oluyor musunuz bu durumda? Ya ben filsem? Ya fil değilsem? Ben ne olduğumu nerden bileceğim bea doktor? Bunu hak etmiyorum ama.

Belki de siz doktor olmak dışında başka hiçbir şey olmadığınız için benim fil olup olmamam gibi bir meselede fikir yürütmeniz saçmadır. Belki mevzubahis mesele bir balina ruyasıdır ve bu balina evrim halkasının en gelişmiş zincirini temsil ettiğinden bu ruyaya anlam bile verememektedir. Zira henüz fil diye bir mefhumu bırak, insan ve doktor diye bir meselesi de yoktur. O zaman benim ne olduğum aslında olmayan bir meseledir ve kaygılanmama gerek yoktur.

Axwj..

Hayır doktor bugün sen konuşmuyorsun!

Sunday, July 06, 2008

"Erdem Beyazıt'a Saygı"

Bugün Erdem Beyazıt hakkın rahmetine kavuştu. M. Akif İnan, Alaattin Özdenören, daha önceden Cahit Zarifoğlu. Bugünleri hazırlayan çok önemli bir neslin temsilcileri. Bu neslin en önemli özelliği bu toprakların özgün çocukları olmalarıdır. Cumhuriyet çocuklarıdırlar. İstenirse cumhuriyetin yan etkisinin ürünüdürler denebilir lakin, bu nesil, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören gibi isimler de dahil edildiğinde, tam anlamıyla özgün bir kültürel atmosferin mimarlarıdırlar. Ne sömürge sonrası ulusalcılığı ne retçi entellektüel tavrı. Bugün burdayız ve varız düşüncesiyle ilmek ilmek bir dünya kurdular bize. Cumhuriyet çocukları olmalarının sebebini biraz da burada aramak lazım. Ne Yahya Kemal ve Tanpınar gibi medeniyeti nostaljik bir mezar taşına çevirdiler ne de pozitivizmin çocukları gibi meyhane köşelerinde seçkin sınıfın imtiyazlarıyla Kemalizm sığlığına düştüler ne de İslam ülkelerindeki reaksiyoner tavırlara kapıldılar. Hepsini iyi okudular ve Anadolu'nun taze bir nefesi olarak müslümanca yaşamak gibi bir gayeleri oldu hep. Dünyayı iyi takip eden, okuyan ve seyehat eden ve ufuk açan bir nesildi. Allah hepsinden razı olsun. Taha Kıvanç'ın (Fehmi Koru)bu nesli anlattığı bir yazı onları çok iyi anlatıyor: http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ocak/11/tkivanc.html
"Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla" bu sabah Erdem Beyazıt ayrıldı bu alemden. Allah rahmet eylesin. Bizi de istikameti şaşırmayanlardan etsin.

ÖLÜME SAYGI

Ölüm bir melek elinde gelir

Ve öper usulca çocuk yüzleri.

Belki bir gün kurtuluruz

Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla

Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde

Çocuk gibi bakalım mavi sulara

Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz

Sislerden dumanlardan yollara atılan

mısır koçanlarından

Belki tutarız birgün belki kurtarır bizi

Simsiyah saralım bezlerle dağları rüzgarları

Gül bahçeleri ağlasın

Dallarda salınan çocuk salıncakları ağlasın

Kırmızı balonlar bizsiz kaybolsun gökyüzünde.

Haydi sığının şehirlere

Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze

Kalsın titrek ve mavi elleriniz

Bekleyin geliyor ölüm usulca

Usulca girer koynunuza.

Erdem Beyazıt

Wednesday, June 11, 2008

Çingiz (Cengiz) Aytmatov Öldü

Dün (10 Haziran) Cengiz Aytmatov hakkın rahmetine kavuştu. Günlüğümün sayfalarını karıştırdım. 5 Mart 1999. Cemile. Okuduktan sonra üç sayfa yazmışım. "Cemile ve Danyar, yürüyor, bozkırın yağmur sonrası kabaran topraklarında. Binlerce yılın öykülerini saçıyor rüzgar, ve Danyarın sesi..." Ya gerçekler hayal olsa(uyansam aniden), ya da hayaller gerçek olsa".
Okuduktan sonra yaşadığım hayattan duyduğum tiksintiyi şimdi bile hissediyorum. Halbuki çok sade ama bir o kadar kelimeye dökülmemiş bir hikayedir Cemile. Boşlukları fazlasıyla doldurmuş olmalıyım.
"Elveda Gülsarı", "Toprak Ana" yine aynı dönemde okuduklarım. İkinci Dünya Savaşı değişen toplum ve garip, şaşkın ihtiyarlar.
99 baharında Kırgız Devlet Tiyatrosunun "Cengiz Han'a Küsen Bulut" oyununu izlemiştim. Sovyet döneminde Aytmatovu'un romanına koymadığı bir kısım. "Gün Olur Asra Bedel" in bir bölümü olarak yazmış vaktiyle. Mankurt efsanesi kültürel değişmenin, özünden kopmanın, yabancılaşmanın en özet hikayesi olarak duruyor."Gün Olur Asra Bedel" bana bozkır denen garip büyülü sessiz ama Kazangaplı, Adigeyli bir dünyanın kapısını açmıştı. Sarı Özek bozkırı. Doğudan batıya, batıdan doğuya gelip geçen trenler ve ortasında bir istasyon.
Aytmatov'da içimi sızlatan temel konulardan biri, klasik kültürle büyümüş ihtiyarların yeni dönemdeki uyumsuzlukları ve hayal kırıklıklarıdır. Bu tema "Beyaz Gemi" de zirveye çıkar ve çocukluğun saf dünyasıyla birleşir. Beyaz Gemi, benim kişisel tarihimi bulduğum ve büyümenin neden acı verici olduğunu öğrendiğim kitaptır. 20 yaşımda geriye dönüp çocukluğumu okuduğum fikrine kapılmıştım. Herhalde çocukluğunu unutmayan herkes böyle düşünmüştür sanıyorum, tabi geleneksel bir ortamda büyümüşse.
Aytmatov 20. yüzyılın dünya edebiyatına çok katkıda bulunan büyük bir Kırgız yazarıdır. Onun kitaplarına bigane kalmayan nesiller kendilerini bulacaklardır. Benim üzerimde çok hakkı vardır. Allah rahmet eylesin.

Friday, May 30, 2008

Ruya Rehberi

Bazen karışık ruyalar görüyorum. Uyanıp karanlıkta olduğumu görüyorum. Doktor Ramiz'den bir reçete almak lazım belki. Doktor şöyle temiz bir ruya istiyorum. Nasıl? Mesela bir küçük dere düşün, iki karış derinliğinde(ölçü birimleri değişmişti, devrimlere karşı gelmey..) dur be doktor, iki karış derinlğinde çağıldayarak akan bir derecik. Ama kırmızı toprağı olan yarı çöl bir arazideyiz. Kayalık bir alan. Yüksek kayalıkları olan. Düşecekmiş gibi duran, incelmiş gövdelerin üzerinde koca granit yapılar. Efendim? ... Hayır deve falan yok. Keçi sürülerinin izleri farkedilebiliyor, küçük patikacıklarda. Suyun üzerine eğiliyorum. Dibindeki çakıl taşlarını görüyorum. Uzun bir yoldan gelmişim. Ter toz içindeyim. Kendimi suya atmak istiyorum. Biraz daha derin olmasını arzuluyorum, ama iki karış, fazlası yok. Ama dibindeki çakıl taşlarını görebiliyorum. Berrak mı berrak bir su. Öylece bakıyorum çakıl taşlarına. Sonra elimi sokuyorum ve dibinden bir avuç çakıltaşı alıyorum. Sonra avucumu açıyorum, suya dökülüyorlar. Suya bakıyorum. İçimdeki su hasreti kabarıyor, kendimi içine atmak istiyorum. Ama atlamıyorum içine. Sağ ayağımı yavaşça suya sokuyorum. Bir serinlik ki sorma doktor. Uzanıyorum, akşam alacasının sökün ettiği bir kerahet vakti. Gökyüzü lekesiz. Sağ ayağım suda gökyüzüne bakıyorum. Susamışım ama çok değil. Üşeniyorum kalkıp içmeye ama kalkmamak beni rahatsız etmiyor.
Birden bire suyun kaynağını merak ediyorum. Ve karar veriyorum, suyun kaynağını bulmaya. Sonra canlanıyorum. Ayağım suda üşümüş. Yüzümü yıkıyorum. (Sadece yüzünü mü?) Tamam doktor, abdest alıyorum akşam namazı için. (Tamam şimdi oldu, gerçeği söyle.) Doktor rüya bu, ayrıntıları hatırlayamıyorum.(Ah takıyyeci..) Bir avuç su alıp içiyorum. (Bir dakika, ruyada namaz kılmak farz mı? Uyandığında, ruyanda bir namaz vaktini kaçırdığında kazasını kılmak gerekir mi? ) Doktor manyak mısın sen ya. Tamam anlatmıyorum...

Saturday, April 19, 2008

Tabelalar

Hayır, yaşamak kızgın bir sacın üzerinde zıplamak zorunda kalmak değildir . İnsan durduğu yeri kendi seçer. Büyük yanlışlarının ilmeklerini teker teker ve ihtimamla atar. Sonuç şaşırtıcı ise, ördüğün çorap başına geçmişse, kendin yapmışsındır. En azından başkalarından çok çok katkın olmuştur.
Ama asıl mesele bu değil. Benim merak ettiğim yeminli mali müşavirlerin yemini nasıldır. Veya neye yemin ederler. Yemin edince ne olur? Yeminlerini bozamazlar mı acep? Bozarlarsa ne olur, kefareti var mıdır? Hiç yeminini bozan yeminli mali müşavir var mıdır? Varsa...
Aslında büyük mesele değil, gereksiz bir zihin yorgunluğu; bilirsin tabela yorgunluğu. En münasebetsiz bir anda aklına oturan hiç merak etmediğin bir tabela: Yeminli Mali Müşavir Hüseyin Şevki Topuz. (Beyaz zemin üzerine siyah yazıyla.) Yeminsiz olanlar: Mali Müşavir. (Yeminsiz derse olmaz değil mi.)
Yemen Kafe: Henüz gelişmekte olan gecekondu bölgesinde acaba "kahve gelir yemenden" fehvasınca konmuş bir tabela mı? Kim bilir. Ne ilginç, bir türküyü izleyerek kahvenin tarihine ulaşabilir insan. Habeşistan' dan Yemen'e. Giden gelmiyor, çöken Devleti Aliyye midir?
Beyrut Kıraathanesi: Bir taşra şehrinde Beyrutta işçilik yapmış birisinin Beyrut sevdasının eseri midir acep?
Tabelalar (her zaman olmasa da, uzman reklamcıların elinden çıkmamışsa) çok şey anlatır. En çok hoşuma giden kompozisyon şudur(Anadolu şehirlerinde modernleşememiş endüstri toplumu olmayı becerememiş zaman ötesi yüzünde eski çarıkların asil ve temiz durşu bulunan kaybedenlerin tabelaları): Huzur kıraathanesi, Güven Kasabı, Şen Bakkal, Şehir Lokantası, İstanbul Otel, Dost Berber, Kırıkhan Dişcisi.

Friday, February 15, 2008

Seviyorum Gözyaşını

Neden bilmiyorum, kırmızı bir çift ayakkabı gibi gökyüzü. O kadar fazla görüyorum ki şeyleri. Yoruluyorum. O kadar çok şeyi düşünüyorum ki birden ve aynı anda. Dönüpdönüpgülümsüyorumkendime. Karışmıyorum ve şefkatle okşuyorum başımı. Kendime ne yapabilirim ki. İnsan içindeki sevinci nasıl kontrol edebilir ki. Döveyim mi yani kendimi? Kendim mutluysam ve gökyüzünü bir çift kırmızı ayakkabı gibi görüyorsam öleyim mi? Hayır daha önce böyle olduğundan değil rahatlığım doktor, nerden çıkardın? İlk defa böyle olduğumdan rahatım. Daha önce yaşadığı bir şeyi yaşadığını düşünürse insan kendini rahat hissetmez ki. Ben kaygılanırım açıkçası. Farkında mısın bilmiyorum ama düz yazıdayım. Muğlâk ve karmaşık şiirsellikten uzağım, fersah fersah. Denize ulaşmanın rahatlığı Mavi ve geçerli bir gökyüzü altında berrak bir denizin kıyısına ulaştım. Konuşma doktor, germe ortamı. Ne desem ne eylesem, kelimeyi çarpsam bölsem, ortada güneş altında tembellik yapmaya gelmişim gibiyim, yerçekimi de dursun rahatsız etmiyor. Zıplamak ancak yerçekimiyle mümkün. Yoksa zıplamak diye bişey olmazdı doktor. Yerçekimine bu kadar çok ihtiyaç duyacağım olmamıştı. Arada zıplıyorum, ciddi gözlere fazla çarpmadan, iyi geliyor doktor, iyi geliyor. … Nasıl? … Sana ne doktor, gökyüzünün renginden, anlatsam fehmedecek misin yani? Şekil olarak kırmızı bir çift pabuç ama rengi mavi. Üçüncü halin imkânsızlığı ilkesine göre çelişiyorsun, bari şekil olarak pabuç de. Doktor delisin mi sen? “Mavi renkli, kırmızı bir çift pabuca benzeyen gökyüzü” ifadesinde dilbilgisi açısından çelişen bir şey yok ki! Tıpkı “Zamansız büyüyen bardakların bacakları çarpık olacaksa bunun pişmanlığı yamuk bir üçgenin tiril tiril kolalı gömleğinde aranmalıdır” cümlesinde olduğu gibi. Doktor sen iyisin mi? İyiyim tamam, ben birinci cümleye razıyım. Tamam o zaman bende karnı yarık su tutmayan şekilsiz bir tutam elmayı gözüne süreceğim. Ardından yağmur gibi telaşlı seksen klonlanmış eşeğin derisinden savruk bir dünya yapacağım. Üstünde biten tek bitkinin yalama yapmış bir cıvata olduğu bu gezegene seni çamsakızı çoban armağanı olarak dökeceğim. Nereye doktorcuğum? … Sövme ama, sana yakışıyor mu?

Yol

Yol iyi bir bahanedir; lüzumsuz kuralların, şehrin güvenlik çemberinden ve kuşatılmışlığından yalınlaştırılabilirse. Kaygılarınızın ve “gerçek”le olan ilişkilerinizde yaşadığınız boğucu çaresizliğin, insan olmanın; farkındalığın, bütün soğuk duvarlarına karşı hayatın, yol iyi bir bahanedir. Kurguların temennilerin ve geleceğin müphem güzelliğine sığınıştır. Yola çıkmak bir yalana sığınıştır ve yalanınıza ne kadar inanırsanız ve kurgularınızın cazibesi insanları ne kadar çok sararsa kendinizi o kadar kandırabilirsiniz.

Yol bilinmezliğin bütün esrarını içinde barındırır. Belirsizlik bir adım öndedir. Biyolojik mevcudiyetiniz, mevcut ruhsal urbalarıyla güvenlik alanını kaybeder. Kokmaya başlayan suyu bulandırdığınızda dalgalar oluşur ve ruhunuz savrulur. Bin yıllardır insanlığın, her bireyi ayaklarından tutup kolektif bir ruh standardına çekmeye çalışmasına bir başkaldırıdır yola çıkmak.

Yola korkusuz çıkılmaz. İçinizde ayağa kalkmış, ama sizi engellemeyen uzakların kokusunu taşıyan bir korkuyu taşırsınız yola çıkarken. Bilinmezliğin tedirginliğiyle, “duranların” sayısız hikâyesi iç içedir. Tarih boyunca yeryüzünde büyük mabetler ve taşlar diken hemcinslerinizin trajik terkedişlerine şahit olur ve Âdem’in dünyaya ilk gelişindeki şaşkınlıkla renklere şahit olursunuz. Geriye dönüşün korkusu ise zaman zaman yolun uzaklara taşıyan korkusuna karışır.

Yol kaçıştır. Nedeni ve kimdenliği üzerine düşünülmemiş bir kaçış. Varolmak ızdırabının eninde sonunda gelip sizi bulacağı herhangi bir yere kaçış. Kendine kaçış; kendinden kaçış.

Yolun sonu yoktur, varsa yoldan çıkmışsınızdır. Yol tek kişilik bir hikâyedir. İki kişi yola beraber çıkmışsa ve “bir” olamıyorlarsa geceyi kirletirler.

Yolun hesabı olmaz. Hesabı yapılmış yol tekrar tekrar izlenen bir filme benzer.

Numarasız bir bilet alıp tanımadığınız beş kişiyle bir gecelik dostluklar inşa ederken, size eşlik eden trenin kaba melodilerinin sıcaklığında onlarca yalan uydurursunuz; geleceği olmayan dostlukların güvencesiyle. Bir yalandan bir yalana sığınıştır yol. Huzuru bir kamyoncunun samimiyetten yoksun memleket edebiyatında bulabilirsiniz. Büyük bir erdem örneği göstererek sizi arabasına almış, büyük bir şirketin üst düzey yöneticisinin nasihatlerine kafa sallarken içinizden düzdüğünüz sövgülerin estetiğiyle ilgilenirsiniz. Aklı başındalık ve gelecek güzel günler, hesaplı adımlar uzak kalmışlıklarıyla hüzünlendirir sizi.

Bisikletin pedalına asılıp haftalarca bir coğrafyanın sizi kucaklayan renklerinde kaybolduğunuzda hayallerini kaybetmişler aklınızın köşesinden geçmez. Kendi masalınızın hem kötü devi, hem de küçük şehzadesi oluverirsiniz. Yüzlerce kilometreyi geride bırakıp nice şehrin ve onlarca insanın hüzünlü macerasına şahit olduktan sonra; yüksek bir tepeden, geride yeşilin sarıya yaklaşan ölümcül sonbahar rengi, önünüzde lacivert bir denizin, sükûneti soluklayan sularına bakarken ve sigaranızdan ab-ı hayat çeşmesinden su içiyormuşçasına mistik bir hazla asıldığınızda yaşanabilecek bir şeyin kalmadığına hükmedersiniz. Ayağa kalkıp koşmayı arzuladığınızda, aslında koşulabilecek bir yer olmadığını ve sonbaharın gerçek diğer mevsimlerin figüran olduğunu anlarsınız. Ve olgun bir meyve olmayla birlikte büyük ağaçlar hayali beslersiniz.

Yola çıkmak ol sebepten inanabileceğimiz bir yalandır. Dönüştüren, anlamlandıran bir varlığın inşa ettiği yalanlara dinamit saklamasıdır yola çıkmak. Yol, anlama madik atmayla başlar. Çünkü yola çıkmak kelimenin bittiği yerde başlar. Yol kelimenin kifayetsizliğidir...

(2003 yılında yol sarhoşluklarıyla yazılmış cüretkar ama teselli edici bir yazı. Uzanıp iki yanağımdan da öpüyorum.)

Thursday, February 14, 2008

İ.S.

Zamanlardan İ.S.’dır artık. Trenler çok hızlı ve kahveler artık daha güzel.

Tuesday, January 29, 2008

Ne kadar çok kelimeye dökülecek taraflarım var, yokladıkça görüyorum içimdeki trenin çığlıklarını. Susuyorum ya kelimeleri bitmiş çocuklar gibi, kendime kıyamıyorum, geceleri kalkıp başımı okşuyorum. Üzülüyorum kendime velhasıl. Kendine mukayyet olmalı insan.

Wednesday, January 16, 2008

Yerçekimini Keşfetmek Bir Yenilgi Değildir Netekim

Uçmak teknik olarak insan için mümkün olmadığından olsa gerektir ki insan hep uçmayı hayal eder. M.S. dünyayı tanıma ve keşfetme aşamasının neresinde olduğumu pek hatırlamıyorum lakin okulla tanıştığım kesin. Zira ilk uçma deneyimimi gerçekleştirmem oldukça teknik karmaşıklıklar ihtiva eden bir tecrübedir ve de sükûtu hayalle neticelenmiştir. Sükûtu hayal derken tabi yine teknik açıdan yoksa deneyimimin gerçek amacına ulaşmadığını kimse iddia edemez. Üstelik yerçekimini keşfetmenin tecrübî bir şekli olduğundan gayetle ehemmiyetli bir hadisedir.

Muhtemelen ünite dergilerinde planörle uçan bir insan resmi veya Hezarfen Ahmet Çelebinin bir resmini görmüş olmalıyım diye tahmin ediyorum. Ve ilkokulun kesinlikle birinci sınıfının ya ikinci ya da üçüncü senesi olmalı. Ah doktor benim eğitim hayatım biraz karışıktır. Evet, evet ilkokul birinci sınıfını üç sene, yani üç defa okudum. Neye gülümsedin doktor? Bunu daha önce söylemeliydiniz. Neyse öğrendiniz artık. Ne diyordum. Evet, bir resim görmüş olmalıyım. Ama hangisi olmuş olmalı diye sorarsan Hezarfeni görmüş olmayı isterdim. Neticede uçma teşebbüsümün teknik ayrıntılarında beni havada tutacak bir araca ihtiyaç duyduğum fikrini taşımışsam bu kuşlara bakarak olmamıştır. Zira kuşlarla insanın ayrı varlıklar olduğu bilgine vakıf olduğumdan önceden onlar gibi uçmaya girişmemem de tamamen sağlıklı bir ortamda hayata başladığımı gösteren önemli işaretlerden.

Naylon parçalarını, üçgen halinde birbirine raptettiğim çıtalara çivileyip uçuş aracımı hazırlamıştım. Tek katlı kerpiç evin çatısına çıktıktan sonra, çatının ortasında durup ileriye doğru baktığımı hatırlıyorum. Uzaklarda gözle görülmeyen ama üç-beş kilometre uzaktaki anneannemlere doğru gitmeye karar vermiştim. Başımın üzerinde tuttuğum insanlık tecrübesinin sıfır noktasındaki keşif aracımla (henüz bir isim bulamadığımdan böyle uzun bir tabir kullanıyorum.) havalandıktan sonra bizim evin üzerinde bir tur atarak anneannemlere doğru süzülecektim. Ve bu sahneyi hala hatırlıyorum, çünkü o kadar canlı bir şekilde hayal etmiştim ki ve uçacağımdan o kadar emindim ki uçmadan uçmanın lezzetini yaşamıştım. Kalbimde bir tek şüphe kırıntısı yoktu. İçimden “acaba” nın zerresi yoktu.

Kısa süren bu hayal durağından sonra çatının üzerinde koşarak kendimi boşluğa bıraktığımı hatırlıyorum. Bundan sonrası üzerine gerçekten de çok net şeyler hatırlamıyorum. Yani duygu düşünce ve hayal geçişindeki hızdan dolayı hafızamda kalıcı tek bir nokta var. Belime kadar yumuşak inek dışkısının içindeydim. Tabi o durumda inek bokunun şefkatini fark edecek kadar olgun düşünceler taşıyamazdım doktor, mazur gör beni. Havada atacağım turun hayali zihnimde o kadar güçlüydü ki, inanamıyordum. O hayal kırıklığının ne kadar şiddetli olabileceğini şimdi fark edebiliyorum. Çünkü bunu ancak belli bir yaşatan sonra söze dökmeyi başarabildim. Düşüş sonrası gerçekten çok bulanık. Yeni teşebbüslerde bulunmuş olmuş olmalıyım diye düşünüyorum ama hatırlamıyorum. Belki onlar da aynı akıbete uğramıştır. Dolayısıyla zihnim ancak birincisinin şokundan sonrasını karanlıklara gömmüştür. Başarısızlığın utancını taşımak zordur tabii. Tabi en önemli meselelerden biri yerçekimini tecrübeyle öğrenmiş olmamdır. Elma ağacı altında bekleyene kadar çatıdan atlamak bana hep orijinal gelmiştir. Bu keşfin bir dünya başarısına dönüşmemiş olmasının sebebi bence Newton’dan üç yüz sene sonra dünyaya gelmem değil kesinlikle atlayış sonrasındaki hayal kırıklığı olmalıdır.

Bu uçma deneyiminin meyvelerini hala yediğimi söyleyebilirim. Doktor eminim hoşunuza gidecektir bunu öğrenmek, ve bilgece bir gülümseme dudağınıza oturup size kendinizi zeki hissettirecektir. Zira ben ruyamda sık sık uçarım. Hem de herhangi bir araca ihtiyaç duymadan. Bazen kuş gibi süzülerek ve gayet yükseklerde bazen dik durarak gökyüzünde dolaşırım. Bunu psyche’min uçma deneyiminin şokunu atlatma becerisi olarak tanımlamak mümkündür kanımca. Fakat doktorcuğum o kadar memnun ve mutlu bir adam olarak uçuyorum ki. Yani aslında uçan ben miyim yoksa uçan bir adam mı oluyorum oldukça karışık ama bir o kadar da güzel bişey. Şayet uçan bensem… Efendim… Tamam doktor bu konuya girmeyecektim, doğru.