Friday, February 15, 2008

Seviyorum Gözyaşını

Neden bilmiyorum, kırmızı bir çift ayakkabı gibi gökyüzü. O kadar fazla görüyorum ki şeyleri. Yoruluyorum. O kadar çok şeyi düşünüyorum ki birden ve aynı anda. Dönüpdönüpgülümsüyorumkendime. Karışmıyorum ve şefkatle okşuyorum başımı. Kendime ne yapabilirim ki. İnsan içindeki sevinci nasıl kontrol edebilir ki. Döveyim mi yani kendimi? Kendim mutluysam ve gökyüzünü bir çift kırmızı ayakkabı gibi görüyorsam öleyim mi? Hayır daha önce böyle olduğundan değil rahatlığım doktor, nerden çıkardın? İlk defa böyle olduğumdan rahatım. Daha önce yaşadığı bir şeyi yaşadığını düşünürse insan kendini rahat hissetmez ki. Ben kaygılanırım açıkçası. Farkında mısın bilmiyorum ama düz yazıdayım. Muğlâk ve karmaşık şiirsellikten uzağım, fersah fersah. Denize ulaşmanın rahatlığı Mavi ve geçerli bir gökyüzü altında berrak bir denizin kıyısına ulaştım. Konuşma doktor, germe ortamı. Ne desem ne eylesem, kelimeyi çarpsam bölsem, ortada güneş altında tembellik yapmaya gelmişim gibiyim, yerçekimi de dursun rahatsız etmiyor. Zıplamak ancak yerçekimiyle mümkün. Yoksa zıplamak diye bişey olmazdı doktor. Yerçekimine bu kadar çok ihtiyaç duyacağım olmamıştı. Arada zıplıyorum, ciddi gözlere fazla çarpmadan, iyi geliyor doktor, iyi geliyor. … Nasıl? … Sana ne doktor, gökyüzünün renginden, anlatsam fehmedecek misin yani? Şekil olarak kırmızı bir çift pabuç ama rengi mavi. Üçüncü halin imkânsızlığı ilkesine göre çelişiyorsun, bari şekil olarak pabuç de. Doktor delisin mi sen? “Mavi renkli, kırmızı bir çift pabuca benzeyen gökyüzü” ifadesinde dilbilgisi açısından çelişen bir şey yok ki! Tıpkı “Zamansız büyüyen bardakların bacakları çarpık olacaksa bunun pişmanlığı yamuk bir üçgenin tiril tiril kolalı gömleğinde aranmalıdır” cümlesinde olduğu gibi. Doktor sen iyisin mi? İyiyim tamam, ben birinci cümleye razıyım. Tamam o zaman bende karnı yarık su tutmayan şekilsiz bir tutam elmayı gözüne süreceğim. Ardından yağmur gibi telaşlı seksen klonlanmış eşeğin derisinden savruk bir dünya yapacağım. Üstünde biten tek bitkinin yalama yapmış bir cıvata olduğu bu gezegene seni çamsakızı çoban armağanı olarak dökeceğim. Nereye doktorcuğum? … Sövme ama, sana yakışıyor mu?

Yol

Yol iyi bir bahanedir; lüzumsuz kuralların, şehrin güvenlik çemberinden ve kuşatılmışlığından yalınlaştırılabilirse. Kaygılarınızın ve “gerçek”le olan ilişkilerinizde yaşadığınız boğucu çaresizliğin, insan olmanın; farkındalığın, bütün soğuk duvarlarına karşı hayatın, yol iyi bir bahanedir. Kurguların temennilerin ve geleceğin müphem güzelliğine sığınıştır. Yola çıkmak bir yalana sığınıştır ve yalanınıza ne kadar inanırsanız ve kurgularınızın cazibesi insanları ne kadar çok sararsa kendinizi o kadar kandırabilirsiniz.

Yol bilinmezliğin bütün esrarını içinde barındırır. Belirsizlik bir adım öndedir. Biyolojik mevcudiyetiniz, mevcut ruhsal urbalarıyla güvenlik alanını kaybeder. Kokmaya başlayan suyu bulandırdığınızda dalgalar oluşur ve ruhunuz savrulur. Bin yıllardır insanlığın, her bireyi ayaklarından tutup kolektif bir ruh standardına çekmeye çalışmasına bir başkaldırıdır yola çıkmak.

Yola korkusuz çıkılmaz. İçinizde ayağa kalkmış, ama sizi engellemeyen uzakların kokusunu taşıyan bir korkuyu taşırsınız yola çıkarken. Bilinmezliğin tedirginliğiyle, “duranların” sayısız hikâyesi iç içedir. Tarih boyunca yeryüzünde büyük mabetler ve taşlar diken hemcinslerinizin trajik terkedişlerine şahit olur ve Âdem’in dünyaya ilk gelişindeki şaşkınlıkla renklere şahit olursunuz. Geriye dönüşün korkusu ise zaman zaman yolun uzaklara taşıyan korkusuna karışır.

Yol kaçıştır. Nedeni ve kimdenliği üzerine düşünülmemiş bir kaçış. Varolmak ızdırabının eninde sonunda gelip sizi bulacağı herhangi bir yere kaçış. Kendine kaçış; kendinden kaçış.

Yolun sonu yoktur, varsa yoldan çıkmışsınızdır. Yol tek kişilik bir hikâyedir. İki kişi yola beraber çıkmışsa ve “bir” olamıyorlarsa geceyi kirletirler.

Yolun hesabı olmaz. Hesabı yapılmış yol tekrar tekrar izlenen bir filme benzer.

Numarasız bir bilet alıp tanımadığınız beş kişiyle bir gecelik dostluklar inşa ederken, size eşlik eden trenin kaba melodilerinin sıcaklığında onlarca yalan uydurursunuz; geleceği olmayan dostlukların güvencesiyle. Bir yalandan bir yalana sığınıştır yol. Huzuru bir kamyoncunun samimiyetten yoksun memleket edebiyatında bulabilirsiniz. Büyük bir erdem örneği göstererek sizi arabasına almış, büyük bir şirketin üst düzey yöneticisinin nasihatlerine kafa sallarken içinizden düzdüğünüz sövgülerin estetiğiyle ilgilenirsiniz. Aklı başındalık ve gelecek güzel günler, hesaplı adımlar uzak kalmışlıklarıyla hüzünlendirir sizi.

Bisikletin pedalına asılıp haftalarca bir coğrafyanın sizi kucaklayan renklerinde kaybolduğunuzda hayallerini kaybetmişler aklınızın köşesinden geçmez. Kendi masalınızın hem kötü devi, hem de küçük şehzadesi oluverirsiniz. Yüzlerce kilometreyi geride bırakıp nice şehrin ve onlarca insanın hüzünlü macerasına şahit olduktan sonra; yüksek bir tepeden, geride yeşilin sarıya yaklaşan ölümcül sonbahar rengi, önünüzde lacivert bir denizin, sükûneti soluklayan sularına bakarken ve sigaranızdan ab-ı hayat çeşmesinden su içiyormuşçasına mistik bir hazla asıldığınızda yaşanabilecek bir şeyin kalmadığına hükmedersiniz. Ayağa kalkıp koşmayı arzuladığınızda, aslında koşulabilecek bir yer olmadığını ve sonbaharın gerçek diğer mevsimlerin figüran olduğunu anlarsınız. Ve olgun bir meyve olmayla birlikte büyük ağaçlar hayali beslersiniz.

Yola çıkmak ol sebepten inanabileceğimiz bir yalandır. Dönüştüren, anlamlandıran bir varlığın inşa ettiği yalanlara dinamit saklamasıdır yola çıkmak. Yol, anlama madik atmayla başlar. Çünkü yola çıkmak kelimenin bittiği yerde başlar. Yol kelimenin kifayetsizliğidir...

(2003 yılında yol sarhoşluklarıyla yazılmış cüretkar ama teselli edici bir yazı. Uzanıp iki yanağımdan da öpüyorum.)

Thursday, February 14, 2008

İ.S.

Zamanlardan İ.S.’dır artık. Trenler çok hızlı ve kahveler artık daha güzel.