Thursday, November 22, 2007

A’mak-ı Hayal ile Hemhal Olmak

A’mak-ı Hayal’i bu akşam, yıllar sonra tekrar okudum. Tıpkı yıllar önce tutulduğum okuma hummalarından birinde olduğu gibi. Kendimi ve beynimi merakla izlediğim bir dönem. Tek başına cezveyle konuştuğum bir tekrar zaman. Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi (İsmin uzunluğu kesinlikle bir güzellik.) nin kendi çağının değil bizim günümüze de uzanabildiğini görmek teselli edici. Veya insan hep insandı. Yahut insan insan olmaktan hiç vazgeçmedi. Belki de hep aynı kelimeleri konuşuyoruz. Sanırsam yanılgılarımız Âdem babamızdan bu yana aynı; sadece birbirimizi öldürmeyi daha estetik hale getirdik. Artık midemiz bulanmadan ve kolumuz yorulmadan bir anda milyonlarca insan kardeşimizi öldürebilecek estetik yetkinliğe erdik. “Biz artık pek ermiş bir varlık güruhuyuz”(Mehmet Ali dostum, muhabbetle anıyorum seni. Bilsen, bir tek bu mısran bile (her ne kadar ben burada tahrif etsem de) bir divan değerinde, kıymetini kalabalıklar takdir etmese bile bil ki kıymetli olarak adlandırılan şeyler başka şeylerle mukayese edilemezler.).

Kitabın ilk kısmının sonuda Raci ile Aynalı baba birer kahve daha içtiklerinde bende kalkıp cezvemi ateşe sürdüm. Yıpratıcı bir yolculuk olduğu kesin. Kitabı tekrar okumama sebep olan bir öğrencim. Karşımda kendimin yıllar önceki bir hayaletini görmek, beni doğrudan A’mak-ı Hayal’e yöneltti. Boynumda bir kemer çılgınlık anımı beklerkenki zamanların ilaç gibi kitaplarından biri. Kitabı ilk okuduğumda varolmanın boyunduruğuna karşı ürettiğim çoğu bahaneyi yitirmiştim. Bunalımcıklarımın büyük kısmının nasıl da çocuksu bir isyan olduğunu fark edip utanmıştım. Utancımı sevip kendimi ipten almakla iyi bir şey yaptığım tartışmalı olsa da var olmak tartışmasız en çılgınca tarafından cezb edici bir hal.

Raci’nin dertleri ve zihinsel kargaşası, hakikat arayışı öncelikle zaten gidilecek ileri bir nokta olmadığını işaret ediyorsa da aynı zamanda bugün bu önemli tartışmaların gerisine düştüğümüzü de gösteriyor. Ahmet Hilmi’nin kahramanı Raci felsefe eğitimi ve dini eğitim almıştır ve mazbut bir ailedendir. Lakin şüphe denen ejderha, aklının kabul ettiğini kalbine kabul ettirmiyor, kalbinin kabul ettiğini aklına izah ettirmiyor. Günler bu nizam(sızlık) üzre geçerken Raci teselliyi çılgınca eğlenmek ve alkolle beynini uyuşturmak yoluna gidiyor. Ta ki bir harap mezarlıkta Aynalı babaya rastlayana kadar. Aynalı babanın yanında hayalin derinliklerine bir fincan kahve ve ney sesiyle dalan kahramanımız artık görünenin ötesine geçmeye başlar. Bütün insanlık tarihini daha doğrusu dinler tarihini ve metafizik deneyimleri Raci’nin şahsında görmeye başlıyoruz. Raci bilginin nafile yükü altında ezilirken bir anda Buda’nın Zerdüşt’ün yanı başında mana âlemlerinin kelimeye dökülebilecek kadarını tecrübe etmeye başlar.

Temel fikrin vahdet-i vücud olduğu kitap, insanın çok boyutlu varlık âleminde, fiziksel varlığın sathi ve sun’i dünyasında nasıl solucanvari bir yaşamaya kendini mahkûm ettiğini ifşa ediyor bir yandan. İnsanın eşrefi mahlûk olduğu gerçeğinden yola çıkmakla birlikte, bu nadide varlığın kendi potansiyellerini nasıl çarçur ettiğini de gözler önüne seriyor.

A’mak-ı Hayal bir bilgi kitabı değil. “Hal”in latif anlatımlarından biri sadece. Yahut “hal”in “hal”lerinden biri. Ve kesinlikle hemhal olunması gereken bir kitap.

Dem bu demdir erenler! Dem bu demdir!

Tuesday, November 20, 2007

Doktorla Konuşmalar-Mandalinalar

Buyurun başlayın. Evet çocukluğunuz.

Çocukluğum aslında büyümüş benin ümitsiz bir yeniden inşasıdır. Nasıl yaşandığını ne siz anlayabilirsiniz ne de ben hakkıyla anlatabilirim doktor. Ama size mandalinaları anlatarak başlayabilirim yine de. Kediler ve üzgün kaysı ağaçlarından önce mandalinaları anlatmalıyım.

Demiryolunun hemen kenarında, artık varlığından huzursuz olmadığımız trenlerin gürültüsü ile büyüdüm. Tren sesi yırtıcı bir gürültü olmasına rağmen ve her geçtiğinde evin duvarları titremesine rağmen alıştığım bir şeydi. Gündüz posta trenlerindeki insanlara el sallardım. Onlar yolcu ya, el sallardım herhangi bir tanıdıkları olmama rağmen. Posta trenlerine hiç taş atmadım doktor, yemin edebilirim. Ama yük trenleri için aynı kesinlikte konuşabileceğimi sanmıyorum. Trenler gelir geçerdi doğudan batıya, batıdan doğuya. Ve hep orada olmanın sıkıcı olduğunu ve başka yerler olduğunu ancak okula gittikten ve kitapları ve haritaları tanıdıktan sonra fark ettim veya kandırıldım. (Kısaca üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili, 1071’de Malazgirt savaşıyla kapıları açılmış Anadolu adındaki şirin bir coğrafyada yaşıyordum. İnsanları misafirperverdi.) Demiryoluna ilişkin bilgilerim tabi bu bilgileri bilmezden öncedir. Ne insanların uzaklara gitmesine şaşırırdım ne de demir raylarla örülü bir ülkede yaşadığımın bilincindeydim. İnsanların gitmeleri için bir sebepleri olması gerektiği muhtemelen büyüdükten sonra edinilmiş bir bilgi olmalı.

Mandalinalar benim dış dünya üzerine düşünmeme sebep olan garip meyvelerdir. Mandalinaların varlığını bilmezden önce kesinlikle yaşadığım demiryolu çevresi dışında bir dünyanın varlığı mevcut değildi. Mandalinalardan önce(bundan sonra M.Ö.) dış dünya, evin dışıydı, çevredeki bahçeler ve birkaç komşu eviydi. M.Ö. yeryüzünde elma armut üzüm ve kaysı gibi doğu Anadolu meyveleri dışında meyveler yoktu. Hepsi mandalinayla başladı. M.Ö. hayret duygusunun keskinleşmesini gerektirecek olağanüstü bir hadise olmazdı veya ben öyle sanıyorum. Ne olduysa ne başladıysa M.S(Mandalinalardan Sonra) başladı. Bu durumun iyi mi kötü mü olduğuna henüz bir karar vermiş değilim. Ama şu an bildiğim her şeyin başlangıcı mandalinalarla olmuştur. İlk okulun birinci sınıfına daha başlamadığım ki başladıktan sonra üç yıl ilk sınıfı okudum, bir zamandan bahsediyorum doktor.

Tam olarak ne zamandı, ilk olarak ne zaman mandalinaları gördüm hatırlamıyorum lakin çok iyi bildiğim bir görüntü var kafamda: Sonbaharın o tatlı üşütücülüğünde, öğleden sonraları Cuma günleri demiryolu kenarında mandalina bekleyen ben. Cuma günleri dedem ilçe merkezine namaza giderdi ve dönüşünde muhakkak mandalina getirirdi. Ben Pavlov şarlanmışlığıyla (Farkında mısın doktor ne kadar çok şey öğrenmişim!) Cuma günleri demiryolunda dedemin yolunu gözlerdim. Uzaktan göründüğünde sonbaharın etkisiyle akan burnumu çeke çeke dedeme doğru koşardım. Ve elindeki poşeti alırdım. Hemen poşete elimi daldırdığımı düşünüyorsan yanılıyorsun doktor. Mandalina ihmale gelmez özenli ve törensel bir vaka idi o zamanlar. Sadece poşeti taşırdım. Dedemle birlikte eve girdiğimizde poşet babaanneme geçerdi. Babaannem bir tabağın içine iki tane mandalinayı koyar ve bana verirdi. İşte önemli ayrıntılardan biri burada başlar benim tarihimde. M.S. aslında mandalina yapraklarıyla başlar. Bazı mandalinalar özensizce dalından koparıldığından yapraklarıyla tabakta bana bakarlardı. Garip parlak koyu yeşil yapraklar. Dış dünyanın varlığı ilk bu yapraklarla var oldu doktor. Çıtırtılarla yanan odun sobasının yanı başında ki muhakkak evin arsız kedisi orda kıvrılmış olurdu, mandalinaları özenle soymaya başlardım. Ah o yumuşak kabuklarını soyarken kapıldığım derin huzur duygusu! Ne de çabucak soyulurlardı bilemezsin doktor. Portakallara olan düşmanlığım bu yüzdendir. Tırnaklarım acırdı portakallarda. Ama mandalinalar öyle mi? Tırnaklarını saplarsın ve hemen sakladıklarını önüne bırakırlar. Kabuklar soyulduktan sonra öyle ağza tıkılmaz mandalinalar. Hassas bir işlem daha vardır. Her dilimin üzerindeki lifler teker teker özenle alınırlar. Yumuşacık dilimler tabağın içinde yığıldıkça biraz sonra hepsini bitireceğimi bilerek sabırsızlanırdım. Sonra dilimler ağza atılır yavaş yavaş. Acele yok. Her dilimini damağımla ezerek patlatırdım, ağzımın içinde o çılgın ve yabancı ve muhteşem tat! Doktor hiçbir şeye benzemezdi mandalinalar! Ne elma ne kaysı ne vişne. Çünkü onlar mandalinadır doktor! Sobanın yanında yüzümün bir tarafı kızarmış olarak kalkardım mandalina sofrasından. (Daha fazlasını istemek mi? O zamanlar öyle bir şey yoktu.) Dışarı fırlar kim bilir ne tür yaramazlıklar yapardım ama arada bir parmaklarımı koklardım, o müthiş ve keskin mandalina kokusu! Zaman geçtikçe burnum alışırdı ve etkisi azalırdı. Uzun bir süre koklamamışsam aniden hatırlar ve tekrar koklardım. Ah yine o müthiş koku. Akşam yatana kadar sürerdi bu doktor. Yatağa girdiğimde o mandalina günlerinde, parmaklarım burnumun ucunda uyurdum, doktor. Mandalina kokulu bir uykum olurdu ve dünyanın gerisi daha yoktu o zamanlar, hepsinin olması M.S.’dır.

Monday, November 19, 2007

Kostantiniyye’de Bir Karavela

Costantiniyye’de, Sarayburnu önünde demirlemiş bir karavelanın resmine bakıyorum. Hassasiyetin kırıntısı dahi görülemeyen bir gemi resmi. Karavela dediğime kulak asma, zira hayal gücümle geminin üç direği dışında elimde çok delil yok. Kıyıya daha yakın bir firkateyn daha silik olarak kırlangıçlar ve kadırgalar göze çarpıyor. Tabi bunlar benim kastettiklerim yoksa ressamın kaygısız ve amaçsız çizgileri değil. Ressama hürmetim sonsuz tabiî ki. Lakin tahammül edemiyorum bu gemilerin tasnifsiz var olmalarına. Varlarsa ki varlar artık, onlara dair mecburi fikirler ve tasnifler de olmalıdır. Mesuliyet yoksunu ressamın grimtırak ve mavimtrak gök altında hiç yoktan var ettiği bu gemiler artık olmanın lezzetini yudumlamalı. Tarihin bana yüklediği bir mesuliyet bu. -Ne kadar ciddi ve uzun cümlelerin var bu akşam. Özenle seçilmiş kelimelerin resmigeçidindeyiz. Ve bir duygudurumbozukluğu hastasının şizofreniye giden macerasına tanıklık ediyoruz.- Doktor araya girmesen, en azından kelimelere hürmet etsen. Tamamda bir resim hakkında sayıklamakla tarihi sorumluluğu bir araya getiren çılgınlığını durdurmalıyım değil mi? İşim bu. Doktor ne olur ilk günler gibi tasdik edici şefkatini korusan, çünkü doktorsun sen vicdan termometresi değil. Kültür ve dil bekçisi hiç değilsin. Üstelik fark ettiysen İstanbul silüeti çizmek gayretine giren ressam Kadıköy Eminönü arasında vapura binmemiş galiba. İstanbul yarımadası denince minareler hengâmesinden başka bir imgesi yok adamın.

Adamın ismi İsmet. İsmet ismetin ne. İsmetsiz resimler çizmendeki ismet ne. Bildiğin bir şey varsa söyle de bilelim. İsmetsizlik mi yoksa muradın. Arkadaki minareler Süleymaniye’nin mi? Öyleyse neden Yeni Caminin yerini de kaplamış bu Süleymaniye? Yoksa bizim bilmediklerimiz mi malum oldu sana? Aslında biz mi yanlış görüyoruz? Olabilir bak buna itirazım olmaz. Yanlış görmek ve yanılmak benim karakterimdir. (Bu cümle böyle değildi ama nasıldı?) Nasıldı doktor o cümle. Özgürlük ve bağımsızlık benim ıramdır. Atatürk. Sağ ol doktor, uzun yaşa, günaydın, tünaydın. Yaşamından yengi ve kıvanç eksik olmasın. Tinindeki bu yalvaçsılık neden bende sevecenlik uyandırıyor anlamıyorum. Bu çıfıt tinin hangi mürenden esin alıyor. Aslında bende sevilerin en çılgını var bu ülküye karşı. Ama tapıncakçılık öteden beri bende ıraksılık yaratır. Biliyor musun kuzum sizin ruhunuzda bütün yenilgileri kutsallaştırma ve başarısızlıklara sahip çıkma obsesyonu var. Önceleri Osmanlıya sahip çıkarken bugün yeni dünyamızın başarısız projelerine talip oluyorsunuz. Siz isterseniz resme dönün. Olur, bir sonbahar günü hediyesi bu resim. Teşekkür ederim. Gezdiğimiz yerlerin denizden yani karşı taraftan görüntüsü aslında. Ama resimdeki yerler aslında bizim gezdiğimiz yerler değil ressamın kıytırık muhayyilesinin ürünleri. Ama genel ve uzaktan bakınca yine de hoş bir görüntüsü var. Sanki donanmayı hümayun bahar seferi için limana çekilmiş. Deniz de bulanık, yeterli bir mavi hissi uyandırmıyor. Siyahımsı ve yeşilimtırak bir deniz. Lacivert mavisi bir deniz ve firuze mavisi bir gök altında hâlbuki ne hayaller kurulabilir. Üstelik karavelaya binip bir dünya seyahati bile düşünülebilirdi gerekli renkler olsaydı. Yoksa sanata paranın bulaşmasından mı kaynaklanı…İstersen bu konuya hiç girmeyelim, olur mu? Olur, tengri müstehakını versin tavgaç yoldaşın olsun doktor.(Sen gerçekten doktor musun doktor?)

Sunday, November 18, 2007

Maskemle Aynanın Önünde Bekliyorum- Sabır ve Sabah Üzerine

İnsanın cehaletten lal olması gerekirken en çok konuşanlar cahillerdir. Çünkü sürekli cehaletlerini gizlemeye çabalarlar. Tabi beklemenin bu iki cümleyle bir ilgisi yok. Giriş cümlesi yapmaktan nefretin bir ifadesi sadece.(Zaman zaman gelir de..)

Beklemek, sabırla beklemek insanın yapabileceği bir şeydir. Erdem sahibi olduğu varsayılan yaşamak ucubesi ağır bir insan cümlesi bu. Ne önemi var doktor altı üstü bir halkıma bir selam vereceğim. Üstelik bu akşam sizi pek gergin ve profesyonel tavırlarınızdan uzak gördüm. Gözlemleme yeteneğinizi sorgulamıyorum. Pek cana yakınsınız ama cümle arasına girmeyin. Evet beklemek yapılacak bir şeydir. Beklerken insan büyür. Bu sebeple bir ağaç gibi kararlı, bir taş gibi sakin, birikerek ve çoğalarak beklemek gerekir. Şimdi ne demek bütün bunlar azizim. Dokunma yareme doktor, bu akşam ikimiz de kendimiz değiliz farkında mısın? Ben en akıllı halimle bir karadut kutsallığı dinginliğinde uçuyorum. Düştüğüm yer hayalini kurduğum mavi bahçe. Yeşermek üzereyim. Sen ruhun bilimine kendini adamış yarım bir keşişsin ama bu akşamüstü teneffüse çıkmışsın. Dokunma bana, ben de bekleyeceğim, çok zamanım olacak normale döneriz. Sabırla beklemek ve hayata su vermek gerek. Bir sonraki sonbahar kadar beklemek. Topu topu üç mevsimlik bir bekleyiş. Biliyorum beklemek zordur. Lakin bu aynanın önünde ancak bu maskeyi çıkarmadan durabilirim. Ve burada durabilmek gücü ve sabrı olmadan gelecek olmaz. Durmazsak sabah neşesini kaybederiz. Ne çok oldu doktor, biliyor musun sabahların bu kadar güzel olduğunu unutalı. Çocuklukta kalan bir hayal gibi; ürküteceğim kuşlar, kıracağım dallar, tırmanacağım ağaçlar ve çıldırtacağım büyüklerle süslü hayallerin hain gülümsemeli neşeli sabahları. Sonra bir de yollarda saba vakti başka şehirlerin kokusuyla yorgun ve yalnız bir uykunun koynunda uyanmak sabahları. Sessiz ve dingin bir neşe duygusu hatırlıyorum. Sabahların önemli olduğunu bu yaşta öğrenmek ayıp mı doktor? Şimdi kanat takıp uçmak hevesiyle süslü çocuk sabahlarına döndüm doktor. Çocukluğundan hiç bahsetmedin. Biliyorum doktor. Kendimi o kadar yaşlı hissediyorum ki fırsat olmadı. Bir ara bahsederim uçma deneyimlerimden ve yerçekimini keşfedişimden ve inek dışkısının sıcaklığı, yumuşaklığı ve merhametinden. Ama dur son cümlemi yazayım: Sabahın azametini, büyüklüğünü ve ikramını seviyorum.

Wednesday, November 14, 2007

ŞİŞEDEKİ CİN-SAYIKLAMALAR

Kargışlanmışlık aranan bir şey olduğundan beri bizim namevcut tayfasını ölümcül bir hüzün sardı. Lanetin arzulanan bir tarafı olmaz siz ölümlüler için, lakin bizde lanetli olmanın karizmasıdır olmamışlığı teselli eden. Bu hüzün bir şeye yaramıyor, aslında hüzün olduğu bile şüpheli. Olmayan yokluk batağına doğru gidişin merhalelerinden biri. Unutulmak hüzün sebebi midir? Neresinden tutsam elimde kalıyor.

Her şeye dayanırım biliyorsunuz. İki bin yıl, üç bin yıl, on bin yıl da olsa beklerim, şişemin kapağını açacak masum çocuğu. İçimdeki tasviri gayri kabil şeni emellerimle ve kurgusal var oluşun çirkefiyle yaşarım ben. Ah ama bu unutuluş yok mu? İnanın şişemin üzerini karanlıklar kapladı, anlatılmaya anlatılmaya. Parlardı şişem oysa her anlatılışta. Şimdi insanın nisyanında boğulmaya terk edileli beri, şefkatli bir kötücül ruhun beni hatırlamasına öyle susadım ki; adımın anılması, bir kez, bir kez ehemmiyetsiz bir anılmak olan son umut tutamağına kaldım. Ölümden beter olmalıysa da, karanlığın kudreti ki, kurgu bile değil kendisi, boşluğun başrolüne soyundu.

Önceleri rivayet ederlerdi de inanmazdım (Anılmak iyimserlik ve ümit batağına çeker.). Bir alıcın, adaptan edepten mahrum bir iğdenin durgun göle üflediği lafu güzaf deyu parlardım kimse geçmez yanından kibrimle. Rivayet bir iken üç oldu, üç iken bin oldu. Karanlık çökmeye başlamıştı şişeme, lakin telli kurşun cıvıltısı, kör baykuşun köhnedeki uğursuz neşesi hala biliniyordu kuytularda. Olsa olsa diyordum, bir serkeşlik, bir kamu yanılgısı, ucu göğü delen dağa çıkmanın nursuz helecanı, yıldızlara bakmanın körlüğüdür, diyordum Yağmur yağıyorsa ve göl kurumuyorsa ölmekle olmamak hatırlanmaya engel değildir diyordum. Yazılmışsa kaderimiz harf harf nohudi kağıtlara, meddahın ölümü kahveciye zarar, diyordum. Nakş-ı ser ab olan korksun kaderinden. Benim kele, köre, topala ne mihnetim var diyordum. Huruf-u hakikatim ben diyordum . Diyordum demesine de, içimde kasvetler bulut bulut, şişemde karanlık katmer katmer, korkular kederler denizinde bir o yana bir bu yana dönüyordum alemi elemde.

Efsunlu bir nefes beklerim üflesin karanlığı üzerimden, gözlerim suya baksın kötülükler kurmaktan cıvıl cıvıl. Bir çocuk gelsin gölün kenarına yüzme bilmese de. Elini çamura daldırsa, derinlerde de olsam.

Bir olmayacak hayal kuruyorum. Çıkıyorum şişemden köpük köpük, dudağımın biri yerde biri gökte, yoldan çıkacağını bildiğim efendime dileklerini sorsam. Yeniden namım dilden dile dolaşsa. İhtiyarlar “en son üç bin yıl önce çıkmıştı şişesinden, kötülük yine yamacımıza çadır kurdu”, dese.

Ah bir bilseniz ne yalnız, ne ümitsizim olmamışlığın bu kuytusunda. Düşünün ki, bir cinim ben ve küçücük bir şişedeyim. Klostrofobim yok ama imgeleminizi yahut tahayyül sınırlarınızı zorlayın bir: Küçük ve karanlığın altında bir şişede mahkûm ve nisyana terkedilmiş bir cin, içinde hür iradelerinizin bile kötülük potansiyelini aşacak kötülükler kumkuması garip yüreğim. Asırların, binyılların tahayyülatıyla bezenmiş, incelmiş, yücelmiş bir kötülük abidesiyim. Ah bilseniz bu gölün karanlık derinliklerinde nisyana terk edilişin acısını. Ah bilseniz içimde kuruyup kaybolan kötülükleri. Ah bilseniz, bilseniz nasıl da tarifi gayri kabil kederler içinde olduğumu…

Wednesday, November 07, 2007

İKTİDAR EĞİTİM VE SINAVLAR ÜZERİNE BİR DENEME İÇİN ÖN ÇALIŞMA NOTLARI

Eğitimci, düşünceli Mehmet Ağpak Beyefendi'ye...

Bu yazı öğrenci psikolojisiyle yazılmıştır.
İlk cümle herşeyi ifşa ediyor olmanın erdemini de için de barındırmaktadır.
İkinci cümle savunma mekanizmasının gücünü ve önceliğini açığa çıkarmaktadır.
Not: Bu yazı akademik bir formatta yazılmaktadır; dolayısıyla mevzuun meşruiyet zemini tartışmaya açık değildir.
Genel çerçeve
Bireyin biricikliği ve toplumun ruh standardına uydurulma çabası karşısındaki direnci, toplumsal sistemlerin en büyük sorunudur. Özellikle günümüzün modern, kapitalist, küresel vs. yapısında.(bkz. George Orwel, 1984, s.83) Çünkü bugünkü sistem, hem bireyden sistemin istediği tüketen toplumsal yaratığı olmasını hem de algıladığı gerçekliğin tanrısı olarak bireyselliğini yaşaması gerektiğini dayatmaktadır. Algılanacak gerçeklik düzeyi ise paket olarak sunulmaktadır. Eğitim sistemi ise bunun en etkin aracıdır.Sınavlar da bireyin adaptasyon sürecindeki en önemli kıstastır. Şimdilik konumuz eğitim sistemi ve meydan savaşları şeklinde tezahür eden sınavların mevcudiyeti, işlevi ve iktidar ilişkisi bağlamında seyredecektir.
Sorun
İnsanın toplumsal bir yaratık olduğu gerçeğinin; beşeri sistemler tarafından insanın şekillendirilen, sınırlandırılan toplumsal yaratığa dönüştürülmesi ve bünün da sürekli yüceltilen eğitim sistemi tarafından yapılması temel sorundur. Bugün toplumların yönetilmesi ve yönlendirilmesi varsayılan bir iktidar dağılım hiyerarşisinde sürdürülmekte ve yüceltilen bireysellik tamamen edilgen olmayı gerektiren bir muhtevada ele alınmaktadır. Demokrasi, hür dünya, düşünce serbestiyeti gibi kavramlar tam anlamıyla yönetenlerin iktidarlarını sağlamlaştırmaları için araç haline dönüşmüştür.(bkz. Öğretmenlik Mesleğine Giriş, ‘Eğitim ve Demokrasi’ bölümü ) Eğitim bir iktidar aracı olarak bireyin merkezde olduğu bir hür dünya tasavvuru geliştirmek ve bilgiyle bireyin özgürleştiği gibi iddialarla iktidarı meşrulaştırmakta ve bireyin hiyerarşik yapıdaki rolünü pekiştirmeyi amaçlamaktadır.Mesela; eğitimin en önemli işlevlerinden biri bireyin toplumsallaşmasını sağlamaktır. Tomlumsallaştırma işini üstlenen eğitim bütü bir yönetim sisteminin arzuları ve iktidar mantığının dışında bir iş yapmayacağından, toplumsallaştırmadan kasıt bireyin önceden tasarlanmış bir kişilik kabına sokulması anlamına gelmektedir. Modern anlamda devlet kurumu uluslararası düzen, kapitalist ekonomi çerçevesinde şekillenen bir zihniyet dünyasına dayandığından bahsedilen toplumsallama, mevcut düzenin işlerliğini devam ettirmeyi de içermektedir.(Ru, Modernite ve Ardında Yatan Öteki, Silüet sayı 1, s.5) Dolayısıyla sorunsalımızın temeli bireyin toplumsallaştırılmasıyla civciv üretimi arasındaki farkın irdelenmesine indirgenmiştir.
Ana Tema Üzerine Çeşitlemeler
a)Birey civciv ilişkisi
1. Böyle bir ilişki kurmak etikmidir?
Meselenin etik boyutu iktidarla kurulan ilşki bağlamında ikitidarı paylaşıyor olma yanılsamasıyla ilişkilidir ve de tartışmaya açıktır. Bu konuda genel olarak iki görüş vardır: Evet böyle bir ilişki kurmak etiktir, hayır etik değildir diyenler. Birinci görüşü savunanlar, böyle bir ilişki kurulabiliyorsa tabiki etiktir diyerek işin içinden sıyrılmakta, hayır etik teğildir diyenler, böyle bir ilişki kurmanın mümkün olmadığına inandıkları için etik değildir, demektedirler.(Tartışmalar için bkz. Türk Ansilopedisi, 8. Cilt)
2. Böyle bir ilişki kurmak mümkünmüdür?
Bkz. Üstteki madde.
b)Civciv üretiminin esasları
Öncelikle yumurtalar kuluçka makinelerinde belli bir sıcaklıkta 21 gün bekletilir. Kuluçka makineleri civcivlerin yumurtada oluşmasını ve dış etkilerden korunmalarına sağlar. Civcivler yumurtadan çıktıktan sonra kümeslerde yine sıcak ortam, yem imkanı hazırlanır. Ama yine de fireler olur her zaman. Civcivlerin bir kısmı dış dünya (yani kümes) şartlarına ayak uyduramayıp ölür. Bu doğal karşılanır. Önemli olan hayatta kalanlarlardır. Kalanlar etinden ve yumurtasından istifade edilmek üzere hayata emin adımlarla atılırlar.
c) Toplumsallaşma, toplum, iktidar
İnsan yavrusu dünyaya gözlerini açtığında önce merakla etrafına bakar ve telaşlı kalabalıktan ürküp ağlamaya başlar. (Bazı araştırmacılar ağlamanın sebebinin yavrunun doğduğu sosyo-ekonomik durum olduğunu saptamışlardır.) Konuşmaya başladığında ise korkunç sorular sorar ve çevresindekileri bunaltır. Bir süre sonra etrafında olanlara alışanlar insanlık adına fire toplum adına kazanımlardır.(Belkide civcivden farkı budur.) Toplum adına fire insanlık adına kazanım olanlar ise gerekli şartları bulamayacaklarından genellikle takiye yapar ve ortalama bir yaşantı grafiği tutturur ama yine de devlet istatistiklerinde yerlerini alırlar.(Oğuz Atay, Tutunamayanlar,s. 635) Bu çerçevede toplumsallaşmanın temel unsurları; çevredeki düşmanlar, vatanın birlik ve bütünlüğü(tıpkı cicivlerde olduğu gibi), en hakiki mürşidin ilim olduğu ve Türklerin mutlu olduğudur.(Nutuk, Biryerlerde geçiyordur, bkz) Bu noktada durup civciv üretimiyle, toplumsallaşma arasındaki en önemli fark olan sınav konusuna bakmakta fayda vardır.
Sınav nedir?
Sınavların kökenine dair yapılan araştırmalar ilk sınavın ne zaman yapıldığı üzerine ihtilaflı fikirler beyan etseler de, dini düşünceye göre ilk sınav Adem peygambere Tanrı tarafından yapılmıştır. Fekat bilimsel düşünüş gereği metafizik eğilimlere yer vermek büyük bir günah olacağında ilk sınavın antik Yunan’da yapıldığını ileri sürmek, gerçekten olmasa da, yerinde bir hareket gibi görünmektedir.
Sınavın ne olduğu sorusu ise ihtilafa yer vermeyecek kadar açık bir şekilde cevaplanmıştır.Öğreticilerin iktidarın hiyerarşik yapısında edindikleri konumun gereği olarak sınavlar öncelikli olarak bir hükmetme aracıdırlar. İkinci olarak öğrenenin, iktidarın mutlak yapısına karşı olabilecek muhalif düşüncelerinin budanması için kullanılan bir adaptasyon ölçütüdür. Ve sınavlar nihayetinde öğrencinin hep kaybettiği meydan savaşlarıdırlar. (bkz. Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi)
Sınavların İşlevi
Bilinmelidirki sınavlar ne bildiğimizi değil, ne bilmeniz gerektiğine yöneliktirler. Amaç istenilen şeyin yapılıp yapılmadığıdır. Yani kişi, iktidarın standart ruh düzeyine çekilmiş midir? Yoksa insanoğlu kendisine anlamlı gelen dünyada anlamlı bir varlık olduğuna inanıyorsa bilmediği birşey yoktur ve öğrenmek zaten hatırlamaktır.(Sokrat’ı hatırlayın) Dolayısıyla sınavlar, mevcut iktidar mantığına göre üretilen vasıflı ve vasıfsız amelelerin kalite kontrolünü yapmak için kullanılmaktadırlar. Yoksa öğrenci, kitapları ezberleyerek herhangi bir beceri sahibi olamaz. Birşeyler bilen (hatırlayan) bir kişi sistem için önemli değil; sistemin işleyişine adapte olan uyumlu ve itaatkar kişiler önemlidir. Çünkü hiçbir sistem fiziğin, edebiyatın, felsefenin, matematiğin öncelikli olarak iyi bilinmesiyle ayakta durmaz. Tam tersine, çevresinde olup bitenlere hayret etmeyen sadık kullar aracılığıyla ayakta durur.(Dostoyevski, Yer Altından Notlar)
Çözüm ve Sonuç
Durumun bu vehameti karşısında ne yapmalı? Bu farkındalığın sarhoşluğu içinde cuş-u huruşa gelerek lüzumsuz heyecanlara kapılmayın. Hemen sınavlarınızı geçin ve acilen iktidar hiyerarşisindeki yerinizi alın ve hükmetmeye başlayın. Çünkü, bir sistemde yaşayıp az veya çok o sisteme hizmet etmeyen bir düşünce kırıntısı yoktur. Bütün bu yazılanlardan iktidarın kötü olduğu, eğitimin kişiyi aşağıladığı, sınavlarınbeyninizi kötürümleştirdiğini çıkarsıyor ve bunlarla mücadele etmek neticesini çıkarıyorsanız, iktidarın lüzumsuz haşeratı yok etmek programına alınırsınız ve iktidara güç sağlamış olursunuz. Uyumlu olun, itaat edin ve memleket kurtarma sevdasına kapılanların akıbetini unutmayın. (Hatırlayın, 68 kuşağı, 27 Mayıs, 12 Mart, 70’li yıllar, falan) Sistem ne olacak diyorsanız, sistem birgün yıkılır kendi kendine.Yoksa kadere inanmıyormusunuz?