Xoca Farzan'ın Not Defteri
Monday, November 07, 2011
Doktor'a Santur
Doktor canımcığım artık ruya anlatmıyorum diye düşüncelenmiyorsundur umarım. (Pirelenmek gibi, düşünce yoğunluğuna maruz kalmak, sorunsallaştırmak. Hayır ne münasebet atmıyorum.)Bu ruya görmediğim anlamına gelmiyor tabi. Ruya görüyorum, sana anlatmayı da düşünüyorum lakin uyanırsam. Biraz santur dinle ben uyanırım diye bekleyeceğim biraz daha.
Sunday, October 02, 2011
Santura Özür
Bu yaşa gelip santuru keşfetmek nasıl bir durum anlamaya çalışıyorum. Bir yandan geçikmişliğimden dolayı özür üstüne özür diliyorum. Bir yandan varlığını bu yaşta idrak etmiş olmanın değerbilirliği fikri teselli ediyor beni. Hoşgeldin.
Friday, September 23, 2011
İ.S.
Saturday, September 03, 2011
Individual ve Kesret
Saturday, August 27, 2011
Doktor, Desem ki
Demsen iyiydi. İd ego süper ego düzleminde karmaşık bir çözümleme gerekir.
Evet doktor haklısın, et kokusuna ekmek banandan kira isteyen çok olur.
Thursday, August 25, 2011
İmkansız Bir Ruya
Ben de aynı rüyayı görsem doktor, yağmur başladığında çıkıp dışarı ağzımı yağmura ruhumu deliliğe açacağım. ... Evet evet ciddiyim.
Saturday, April 30, 2011
Kanal İstanbul'un Ortaya Çıkaracağı Sorunlar: Kıta Belirteci Tabelalar ve Ortaya Çıkacak Ada'nın Kimliği Sorunsalları
Ortaya çıkan adanın kültürel kimliği diğer bir sorundur. Ada Avrupaya mı aittir yoksa Asyaya mı? Ada Asya'ya aittir denirse; AK Parti'nin islamcı kimliği gözönüne alınırsa, Avrupadan toprak çalınmakta olduğu ortaya çıkacaktır. Hayır bu ada Avrupaya aittir denilse, anakaradan koparılmış bir toprak parçasına zorla bir kimlik dayatılmış olacaktır. Burası bir araftır denilebilir. Lakin bu durumda kimlik sorunsalımızın derinleşeceği çıkmaz bir sokak daha ortaya çıkacaktır. Mesela "İstanbul'un Avrupa yakası" ifadesini neresi için kullanacağız.
Doktor yine memleketimin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Ne yapacayiz şimdi?
Tuesday, March 01, 2011
İçimizde Kaynayan Bir Kazan
Hiç doğmayacak larvaların hazin kımıltısıyla kurutmaktadır bizi.
Soğutma çalışmaları devam etmektedir oysa her dem.
Nafile ayaklanmalar yaşanır kaldıysa bir ruh ikliminde.
Kimseye etmem şikayet, içimdeki kazana atarım bulduğum eski çarıkları, piyasadan düşmüş yanlışları, arkebüz kabzalarını, çürük ceviziçlerini, kıymetten düşmüş asker postallarını, Şubat'ın eksik günlerini, arzulanan fazladan saatleri, yetmeyen dünya yemişlerini.
İçimden karavelalar kalkmak ister bilinmez limanlara, direklerini kırıp, yelkenlerini yırtarım.
Monday, December 07, 2009
KÜRTLER VE KELEBEKLER
Ne olursa olsun, bu kelebeği parçalasalar bile, kelebeklerin güzelliğinden birşey eksilmez. Kürtlerin kelebek öldürmesi Kürtlerin kelebeklere düşman olduğu anlamına da gelmez. Bir kelebek öldürülse bile baharın kokusu duyulduysa binler kelebek olacaktır.
Sunday, October 05, 2008
Uyandıran Cümle
“İnsan önce ruhundan çürümeye başlar,
Kimselere görünmeyen, aynalara yansımayan tarafından.”
Cümleleriyle uyandım. Daha doğrusu uyandım ve birden bire içimden geçen cümlelerin bunlar olduğunu farkettim. Ve sesli söyledim..
Thursday, August 07, 2008
Thursday, July 31, 2008
“Ruyasında kendini insan olarak gören bir atın ruyasındaki insanın ruyasında kendini fil olarak görmesi”
Önce kurallar tabi: Evvela benim fil olduğuma karar verebilmeniz için keyfiyetli kesret gerekiyor. Yani 11 kişiden 7’sinin “evet bu adam fildir” diye bir kanaate ulaşması gerekiyor. Diyelim ki toplaştınız uzun tartışmalara girdiniz ve 6 kişi “evet bu adam fildir” dedi, diğer 4 kişi “fil olduğu tartışmalıdır” dedi. Sen de benim, “Ruyasında kendini insan olarak gören bir atın ruyasındaki insanın ruyasında kendini fil olarak görmesi” olduğumu iddia ederek “bu adam bir fildir” önermesinin geçersiz olduğunu iddia ediyorsun.
Şimdi ne olcek?
Tamam, doktorsunuz, yani doktordan başka bir şey değilsiniz, anladım. Lakin siz benim fil olduğum gibi ciddi bir konuda bir karar vermiş oluyor musunuz bu durumda? Ya ben filsem? Ya fil değilsem? Ben ne olduğumu nerden bileceğim bea doktor? Bunu hak etmiyorum ama.
Belki de siz doktor olmak dışında başka hiçbir şey olmadığınız için benim fil olup olmamam gibi bir meselede fikir yürütmeniz saçmadır. Belki mevzubahis mesele bir balina ruyasıdır ve bu balina evrim halkasının en gelişmiş zincirini temsil ettiğinden bu ruyaya anlam bile verememektedir. Zira henüz fil diye bir mefhumu bırak, insan ve doktor diye bir meselesi de yoktur. O zaman benim ne olduğum aslında olmayan bir meseledir ve kaygılanmama gerek yoktur.
Axwj..
Hayır doktor bugün sen konuşmuyorsun!
Sunday, July 06, 2008
"Erdem Beyazıt'a Saygı"
"Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla" bu sabah Erdem Beyazıt ayrıldı bu alemden. Allah rahmet eylesin. Bizi de istikameti şaşırmayanlardan etsin.
ÖLÜME SAYGI
Ölüm bir melek elinde gelir
Ve öper usulca çocuk yüzleri.
Belki bir gün kurtuluruz
Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla
Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde
Çocuk gibi bakalım mavi sulara
Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz
Sislerden dumanlardan yollara atılan
mısır koçanlarından
Belki tutarız birgün belki kurtarır bizi
Simsiyah saralım bezlerle dağları rüzgarları
Gül bahçeleri ağlasın
Dallarda salınan çocuk salıncakları ağlasın
Kırmızı balonlar bizsiz kaybolsun gökyüzünde.
Haydi sığının şehirlere
Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze
Kalsın titrek ve mavi elleriniz
Bekleyin geliyor ölüm usulca
Usulca girer koynunuza.
Erdem Beyazıt
Wednesday, June 11, 2008
Çingiz (Cengiz) Aytmatov Öldü
Okuduktan sonra yaşadığım hayattan duyduğum tiksintiyi şimdi bile hissediyorum. Halbuki çok sade ama bir o kadar kelimeye dökülmemiş bir hikayedir Cemile. Boşlukları fazlasıyla doldurmuş olmalıyım.
"Elveda Gülsarı", "Toprak Ana" yine aynı dönemde okuduklarım. İkinci Dünya Savaşı değişen toplum ve garip, şaşkın ihtiyarlar.
99 baharında Kırgız Devlet Tiyatrosunun "Cengiz Han'a Küsen Bulut" oyununu izlemiştim. Sovyet döneminde Aytmatovu'un romanına koymadığı bir kısım. "Gün Olur Asra Bedel" in bir bölümü olarak yazmış vaktiyle. Mankurt efsanesi kültürel değişmenin, özünden kopmanın, yabancılaşmanın en özet hikayesi olarak duruyor."Gün Olur Asra Bedel" bana bozkır denen garip büyülü sessiz ama Kazangaplı, Adigeyli bir dünyanın kapısını açmıştı. Sarı Özek bozkırı. Doğudan batıya, batıdan doğuya gelip geçen trenler ve ortasında bir istasyon.
Aytmatov'da içimi sızlatan temel konulardan biri, klasik kültürle büyümüş ihtiyarların yeni dönemdeki uyumsuzlukları ve hayal kırıklıklarıdır. Bu tema "Beyaz Gemi" de zirveye çıkar ve çocukluğun saf dünyasıyla birleşir. Beyaz Gemi, benim kişisel tarihimi bulduğum ve büyümenin neden acı verici olduğunu öğrendiğim kitaptır. 20 yaşımda geriye dönüp çocukluğumu okuduğum fikrine kapılmıştım. Herhalde çocukluğunu unutmayan herkes böyle düşünmüştür sanıyorum, tabi geleneksel bir ortamda büyümüşse.
Aytmatov 20. yüzyılın dünya edebiyatına çok katkıda bulunan büyük bir Kırgız yazarıdır. Onun kitaplarına bigane kalmayan nesiller kendilerini bulacaklardır. Benim üzerimde çok hakkı vardır. Allah rahmet eylesin.
Friday, May 30, 2008
Ruya Rehberi
Birden bire suyun kaynağını merak ediyorum. Ve karar veriyorum, suyun kaynağını bulmaya. Sonra canlanıyorum. Ayağım suda üşümüş. Yüzümü yıkıyorum. (Sadece yüzünü mü?) Tamam doktor, abdest alıyorum akşam namazı için. (Tamam şimdi oldu, gerçeği söyle.) Doktor rüya bu, ayrıntıları hatırlayamıyorum.(Ah takıyyeci..) Bir avuç su alıp içiyorum. (Bir dakika, ruyada namaz kılmak farz mı? Uyandığında, ruyanda bir namaz vaktini kaçırdığında kazasını kılmak gerekir mi? ) Doktor manyak mısın sen ya. Tamam anlatmıyorum...
Saturday, April 19, 2008
Tabelalar
Ama asıl mesele bu değil. Benim merak ettiğim yeminli mali müşavirlerin yemini nasıldır. Veya neye yemin ederler. Yemin edince ne olur? Yeminlerini bozamazlar mı acep? Bozarlarsa ne olur, kefareti var mıdır? Hiç yeminini bozan yeminli mali müşavir var mıdır? Varsa...
Aslında büyük mesele değil, gereksiz bir zihin yorgunluğu; bilirsin tabela yorgunluğu. En münasebetsiz bir anda aklına oturan hiç merak etmediğin bir tabela: Yeminli Mali Müşavir Hüseyin Şevki Topuz. (Beyaz zemin üzerine siyah yazıyla.) Yeminsiz olanlar: Mali Müşavir. (Yeminsiz derse olmaz değil mi.)
Yemen Kafe: Henüz gelişmekte olan gecekondu bölgesinde acaba "kahve gelir yemenden" fehvasınca konmuş bir tabela mı? Kim bilir. Ne ilginç, bir türküyü izleyerek kahvenin tarihine ulaşabilir insan. Habeşistan' dan Yemen'e. Giden gelmiyor, çöken Devleti Aliyye midir?
Beyrut Kıraathanesi: Bir taşra şehrinde Beyrutta işçilik yapmış birisinin Beyrut sevdasının eseri midir acep?
Tabelalar (her zaman olmasa da, uzman reklamcıların elinden çıkmamışsa) çok şey anlatır. En çok hoşuma giden kompozisyon şudur(Anadolu şehirlerinde modernleşememiş endüstri toplumu olmayı becerememiş zaman ötesi yüzünde eski çarıkların asil ve temiz durşu bulunan kaybedenlerin tabelaları): Huzur kıraathanesi, Güven Kasabı, Şen Bakkal, Şehir Lokantası, İstanbul Otel, Dost Berber, Kırıkhan Dişcisi.
Friday, February 15, 2008
Seviyorum Gözyaşını
Neden bilmiyorum, kırmızı bir çift ayakkabı gibi gökyüzü. O kadar fazla görüyorum ki şeyleri. Yoruluyorum. O kadar çok şeyi düşünüyorum ki birden ve aynı anda. Dönüpdönüpgülümsüyorumkendime. Karışmıyorum ve şefkatle okşuyorum başımı. Kendime ne yapabilirim ki. İnsan içindeki sevinci nasıl kontrol edebilir ki. Döveyim mi yani kendimi? Kendim mutluysam ve gökyüzünü bir çift kırmızı ayakkabı gibi görüyorsam öleyim mi? Hayır daha önce böyle olduğundan değil rahatlığım doktor, nerden çıkardın? İlk defa böyle olduğumdan rahatım. Daha önce yaşadığı bir şeyi yaşadığını düşünürse insan kendini rahat hissetmez ki. Ben kaygılanırım açıkçası. Farkında mısın bilmiyorum ama düz yazıdayım. Muğlâk ve karmaşık şiirsellikten uzağım, fersah fersah. Denize ulaşmanın rahatlığı Mavi ve geçerli bir gökyüzü altında berrak bir denizin kıyısına ulaştım. Konuşma doktor, germe ortamı. Ne desem ne eylesem, kelimeyi çarpsam bölsem, ortada güneş altında tembellik yapmaya gelmişim gibiyim, yerçekimi de dursun rahatsız etmiyor. Zıplamak ancak yerçekimiyle mümkün. Yoksa zıplamak diye bişey olmazdı doktor. Yerçekimine bu kadar çok ihtiyaç duyacağım olmamıştı. Arada zıplıyorum, ciddi gözlere fazla çarpmadan, iyi geliyor doktor, iyi geliyor. … Nasıl? … Sana ne doktor, gökyüzünün renginden, anlatsam fehmedecek misin yani? Şekil olarak kırmızı bir çift pabuç ama rengi mavi. Üçüncü halin imkânsızlığı ilkesine göre çelişiyorsun, bari şekil olarak pabuç de. Doktor delisin mi sen? “Mavi renkli, kırmızı bir çift pabuca benzeyen gökyüzü” ifadesinde dilbilgisi açısından çelişen bir şey yok ki! Tıpkı “Zamansız büyüyen bardakların bacakları çarpık olacaksa bunun pişmanlığı yamuk bir üçgenin tiril tiril kolalı gömleğinde aranmalıdır” cümlesinde olduğu gibi. Doktor sen iyisin mi? İyiyim tamam, ben birinci cümleye razıyım. Tamam o zaman bende karnı yarık su tutmayan şekilsiz bir tutam elmayı gözüne süreceğim. Ardından yağmur gibi telaşlı seksen klonlanmış eşeğin derisinden savruk bir dünya yapacağım. Üstünde biten tek bitkinin yalama yapmış bir cıvata olduğu bu gezegene seni çamsakızı çoban armağanı olarak dökeceğim. Nereye doktorcuğum? … Sövme ama, sana yakışıyor mu?
Yol
Yol iyi bir bahanedir; lüzumsuz kuralların, şehrin güvenlik çemberinden ve kuşatılmışlığından yalınlaştırılabilirse. Kaygılarınızın ve “gerçek”le olan ilişkilerinizde yaşadığınız boğucu çaresizliğin, insan olmanın; farkındalığın, bütün soğuk duvarlarına karşı hayatın, yol iyi bir bahanedir. Kurguların temennilerin ve geleceğin müphem güzelliğine sığınıştır. Yola çıkmak bir yalana sığınıştır ve yalanınıza ne kadar inanırsanız ve kurgularınızın cazibesi insanları ne kadar çok sararsa kendinizi o kadar kandırabilirsiniz.
Yol bilinmezliğin bütün esrarını içinde barındırır. Belirsizlik bir adım öndedir. Biyolojik mevcudiyetiniz, mevcut ruhsal urbalarıyla güvenlik alanını kaybeder. Kokmaya başlayan suyu bulandırdığınızda dalgalar oluşur ve ruhunuz savrulur. Bin yıllardır insanlığın, her bireyi ayaklarından tutup kolektif bir ruh standardına çekmeye çalışmasına bir başkaldırıdır yola çıkmak.
Yola korkusuz çıkılmaz. İçinizde ayağa kalkmış, ama sizi engellemeyen uzakların kokusunu taşıyan bir korkuyu taşırsınız yola çıkarken. Bilinmezliğin tedirginliğiyle, “duranların” sayısız hikâyesi iç içedir. Tarih boyunca yeryüzünde büyük mabetler ve taşlar diken hemcinslerinizin trajik terkedişlerine şahit olur ve Âdem’in dünyaya ilk gelişindeki şaşkınlıkla renklere şahit olursunuz. Geriye dönüşün korkusu ise zaman zaman yolun uzaklara taşıyan korkusuna karışır.
Yol kaçıştır. Nedeni ve kimdenliği üzerine düşünülmemiş bir kaçış. Varolmak ızdırabının eninde sonunda gelip sizi bulacağı herhangi bir yere kaçış. Kendine kaçış; kendinden kaçış.
Yolun sonu yoktur, varsa yoldan çıkmışsınızdır. Yol tek kişilik bir hikâyedir. İki kişi yola beraber çıkmışsa ve “bir” olamıyorlarsa geceyi kirletirler.
Yolun hesabı olmaz. Hesabı yapılmış yol tekrar tekrar izlenen bir filme benzer.
Numarasız bir bilet alıp tanımadığınız beş kişiyle bir gecelik dostluklar inşa ederken, size eşlik eden trenin kaba melodilerinin sıcaklığında onlarca yalan uydurursunuz; geleceği olmayan dostlukların güvencesiyle. Bir yalandan bir yalana sığınıştır yol. Huzuru bir kamyoncunun samimiyetten yoksun memleket edebiyatında bulabilirsiniz. Büyük bir erdem örneği göstererek sizi arabasına almış, büyük bir şirketin üst düzey yöneticisinin nasihatlerine kafa sallarken içinizden düzdüğünüz sövgülerin estetiğiyle ilgilenirsiniz. Aklı başındalık ve gelecek güzel günler, hesaplı adımlar uzak kalmışlıklarıyla hüzünlendirir sizi.
Bisikletin pedalına asılıp haftalarca bir coğrafyanın sizi kucaklayan renklerinde kaybolduğunuzda hayallerini kaybetmişler aklınızın köşesinden geçmez. Kendi masalınızın hem kötü devi, hem de küçük şehzadesi oluverirsiniz. Yüzlerce kilometreyi geride bırakıp nice şehrin ve onlarca insanın hüzünlü macerasına şahit olduktan sonra; yüksek bir tepeden, geride yeşilin sarıya yaklaşan ölümcül sonbahar rengi, önünüzde lacivert bir denizin, sükûneti soluklayan sularına bakarken ve sigaranızdan ab-ı hayat çeşmesinden su içiyormuşçasına mistik bir hazla asıldığınızda yaşanabilecek bir şeyin kalmadığına hükmedersiniz. Ayağa kalkıp koşmayı arzuladığınızda, aslında koşulabilecek bir yer olmadığını ve sonbaharın gerçek diğer mevsimlerin figüran olduğunu anlarsınız. Ve olgun bir meyve olmayla birlikte büyük ağaçlar hayali beslersiniz.
Yola çıkmak ol sebepten inanabileceğimiz bir yalandır. Dönüştüren, anlamlandıran bir varlığın inşa ettiği yalanlara dinamit saklamasıdır yola çıkmak. Yol, anlama madik atmayla başlar. Çünkü yola çıkmak kelimenin bittiği yerde başlar. Yol kelimenin kifayetsizliğidir...
Thursday, February 14, 2008
Tuesday, January 29, 2008
Wednesday, January 16, 2008
Yerçekimini Keşfetmek Bir Yenilgi Değildir Netekim
Uçmak teknik olarak insan için mümkün olmadığından olsa gerektir ki insan hep uçmayı hayal eder. M.S. dünyayı tanıma ve keşfetme aşamasının neresinde olduğumu pek hatırlamıyorum lakin okulla tanıştığım kesin. Zira ilk uçma deneyimimi gerçekleştirmem oldukça teknik karmaşıklıklar ihtiva eden bir tecrübedir ve de sükûtu hayalle neticelenmiştir. Sükûtu hayal derken tabi yine teknik açıdan yoksa deneyimimin gerçek amacına ulaşmadığını kimse iddia edemez. Üstelik yerçekimini keşfetmenin tecrübî bir şekli olduğundan gayetle ehemmiyetli bir hadisedir.
Muhtemelen ünite dergilerinde planörle uçan bir insan resmi veya Hezarfen Ahmet Çelebinin bir resmini görmüş olmalıyım diye tahmin ediyorum. Ve ilkokulun kesinlikle birinci sınıfının ya ikinci ya da üçüncü senesi olmalı. Ah doktor benim eğitim hayatım biraz karışıktır. Evet, evet ilkokul birinci sınıfını üç sene, yani üç defa okudum. Neye gülümsedin doktor? Bunu daha önce söylemeliydiniz. Neyse öğrendiniz artık. Ne diyordum. Evet, bir resim görmüş olmalıyım. Ama hangisi olmuş olmalı diye sorarsan Hezarfeni görmüş olmayı isterdim. Neticede uçma teşebbüsümün teknik ayrıntılarında beni havada tutacak bir araca ihtiyaç duyduğum fikrini taşımışsam bu kuşlara bakarak olmamıştır. Zira kuşlarla insanın ayrı varlıklar olduğu bilgine vakıf olduğumdan önceden onlar gibi uçmaya girişmemem de tamamen sağlıklı bir ortamda hayata başladığımı gösteren önemli işaretlerden.
Naylon parçalarını, üçgen halinde birbirine raptettiğim çıtalara çivileyip uçuş aracımı hazırlamıştım. Tek katlı kerpiç evin çatısına çıktıktan sonra, çatının ortasında durup ileriye doğru baktığımı hatırlıyorum. Uzaklarda gözle görülmeyen ama üç-beş kilometre uzaktaki anneannemlere doğru gitmeye karar vermiştim. Başımın üzerinde tuttuğum insanlık tecrübesinin sıfır noktasındaki keşif aracımla (henüz bir isim bulamadığımdan böyle uzun bir tabir kullanıyorum.) havalandıktan sonra bizim evin üzerinde bir tur atarak anneannemlere doğru süzülecektim. Ve bu sahneyi hala hatırlıyorum, çünkü o kadar canlı bir şekilde hayal etmiştim ki ve uçacağımdan o kadar emindim ki uçmadan uçmanın lezzetini yaşamıştım. Kalbimde bir tek şüphe kırıntısı yoktu. İçimden “acaba” nın zerresi yoktu.
Kısa süren bu hayal durağından sonra çatının üzerinde koşarak kendimi boşluğa bıraktığımı hatırlıyorum. Bundan sonrası üzerine gerçekten de çok net şeyler hatırlamıyorum. Yani duygu düşünce ve hayal geçişindeki hızdan dolayı hafızamda kalıcı tek bir nokta var. Belime kadar yumuşak inek dışkısının içindeydim. Tabi o durumda inek bokunun şefkatini fark edecek kadar olgun düşünceler taşıyamazdım doktor, mazur gör beni. Havada atacağım turun hayali zihnimde o kadar güçlüydü ki, inanamıyordum. O hayal kırıklığının ne kadar şiddetli olabileceğini şimdi fark edebiliyorum. Çünkü bunu ancak belli bir yaşatan sonra söze dökmeyi başarabildim. Düşüş sonrası gerçekten çok bulanık. Yeni teşebbüslerde bulunmuş olmuş olmalıyım diye düşünüyorum ama hatırlamıyorum. Belki onlar da aynı akıbete uğramıştır. Dolayısıyla zihnim ancak birincisinin şokundan sonrasını karanlıklara gömmüştür. Başarısızlığın utancını taşımak zordur tabii. Tabi en önemli meselelerden biri yerçekimini tecrübeyle öğrenmiş olmamdır. Elma ağacı altında bekleyene kadar çatıdan atlamak bana hep orijinal gelmiştir. Bu keşfin bir dünya başarısına dönüşmemiş olmasının sebebi bence Newton’dan üç yüz sene sonra dünyaya gelmem değil kesinlikle atlayış sonrasındaki hayal kırıklığı olmalıdır.
Bu uçma deneyiminin meyvelerini hala yediğimi söyleyebilirim. Doktor eminim hoşunuza gidecektir bunu öğrenmek, ve bilgece bir gülümseme dudağınıza oturup size kendinizi zeki hissettirecektir. Zira ben ruyamda sık sık uçarım. Hem de herhangi bir araca ihtiyaç duymadan. Bazen kuş gibi süzülerek ve gayet yükseklerde bazen dik durarak gökyüzünde dolaşırım. Bunu psyche’min uçma deneyiminin şokunu atlatma becerisi olarak tanımlamak mümkündür kanımca. Fakat doktorcuğum o kadar memnun ve mutlu bir adam olarak uçuyorum ki. Yani aslında uçan ben miyim yoksa uçan bir adam mı oluyorum oldukça karışık ama bir o kadar da güzel bişey. Şayet uçan bensem… Efendim… Tamam doktor bu konuya girmeyecektim, doğru.
Saturday, December 29, 2007
Rüyalar Ve Fil Olmak ve Kahveli Bir Ruya(ü ile değil)
Esasında rüya kelimelerle ilgili değildir. Rüya bir haldir, kavramlar ve kelimelerle hiç ilgili değildir. Tıpkı “fil olmak” gibi bişey. Mesela şimdi ben fil olsam, benim için fil olmanın ilginç bir yanı olmaz. Alt tarafı filimdir ve daha fazla bişey değilimdir. Filsem fil olmam bana ilginç gelmeyeceği için anlatılacak ilginç bişey de yoktur. Ve ben hiçbir filin “ben filim, ne ilginç” diye kasılarak dolaştığını görmedim. Demek istediğim şu: Rüyada fil olduğumu görmüşsem de aynı durum mevzubahis. Çünkü rüyadayken fizik kuralları işlemediğinden (en azından çoğu zaman) fil olduğumu görmüşsem bir fil olmanın huzurunu yaşamışımdır demektir. Sabah kalktığımda fil olmadığım için ve insan olduğum için, kendimi fil olarak görmenin ilginçliği vardır. İnsan olduğum için de kendimi fil olarak görmek doğal olarak bana ilginç gelecektir. Fekat kendim rüyamda filken bir fil olmanın sıradanlığını yaşadığımdan, hissettiklerim bir filin duygularıdır ve uyandığımda bir insan olarak bunları anlatmak rüyanın veya fil olmanın büyüsünü bozar, tahrip eder. Kelimelere dökülmemiş bir filsilik, filsilik olarak kalır. Sabahları hissettiğim huzur ve hafiflik aslında fil olmanın huzurunun devam ettiğini de gösteriyor. Tabi bu ilginç bir durum ortaya çıkarıyor. Rüyanın bu karmaşıklığı Borges’i hatırlatıyor mu size bilmem ama bana adam haklı gibi geliyor. Şimdi rüyada fil olmak durumunda hissettiklerim bir filin hissettikleriyse (ki kesinlikle öyle, yoksa kelimelerle anlatabilirdim. Anlatamıyorsam aslında benim bir fil olma durumum travmatik bir boyut kazanıyor.) şimdi kendimi insan olarak görmek bir filin rüyası olabilir mi? Şunu demek istiyorum doktor: Ben kendini rüyada insan olarak gören bir fil olabilir miyim acaba? Yani nasıl rüyada fil olmaktan rahatsız olmuyorsam ve bir fil nasıl hissediyorsa öyle hissediyorsam, şimdi de bir filin rüyada kendisini insan olarak görmesi yanılsaması olamaz mıyım? Fil olmak mesele değil de bu durumda filin kendisi de bir rüyada kendisini fil olarak gören başka bir şey (Misal:bir ceviz ağacı)olabilir. Sonsuz bir rüyalar zincirinin bir halkası olmak gibi garip bir şey olabilir mi hayat denen şey? Mesela sen kendini doktor olarak gören bir dinozor olabilirsin. Hayır metafor olarak değil gerçek anlamda kullanıyorum dinozoru. Çünkü dinozorların kökünün kuruduğu şu an görülen bir rüyanın realiteleri arasında yer alabilir ve hatta bu durum kendisini böyle modern bir çağda gören kaygılı ve pimpirik bir dinozorun rüyası olmakla hayli gerçekçi bir paralellik arzediyor olabilir.
Mesela ben geçenlerde bir rüya gördüm. Ben, aslında rüyada ben olmuyorum, olduğum kişi olmaktan bir şüphe duymuyorum ve uyanınca ben olduğumu fark ediyorum. Dolayısıyla ancak uyanınca başka birisi olma durumu yaşadığımı idrak ediyorum. (Aslında fil örneğini düşününce uyanmak denen şey aslında başka bir rüya durumu oluyor. Çünkü nasıl rüyada başkası olmanın bütün ayrıntılarını hissediyorsam uyandığımda da bambaşka biri olduğumun ayrıntılarıyla yaşadığımdan bir rüyadan başka bir rüyaya geçmiş olabilirim teorik olarak.) Neyse ben rüyamda tren istasyonu sahibi bir adamım. Tamam, Devlet Demiryolları henüz özelleşmedi ve tren istasyonu sahibi olmak su istasyonu sahibi olmak kadar somut bişey değil. Rüyanın tek ilginç tarafı da tren istasyonu sahibi olan bir adam olmam. Gerisi bir tren istasyonu sahibinin gündelik sorunları. İstasyonda üç tane tren katarım var. Ve bazen trenler geçiyor istasyondan. O kadar. (Doktorun önemine binaen acil tarafından yaptığı yorum: Demiryolu kenarında geçen çocukluğundan mütevellit bir trenlere hükmetme duygusu var sende. Mamafih rüyanda tren istasyonu sahibi olarak, sürekli giden tren fikrine bir son vermek istiyorsun. Aslında trenlerin gidişini durdurmak istiyorsun ve bunu da beynin sana seni tren istasyonu olarak gösterip rahatlamanı sağlıyor.) Kendini gösterebilme fırsatını bulmuş olmana sevindim doktor.
Benim başta bahsettiğim rüyaya veya rüya fikrine dönersem, bu rüya kahveyle ilgili. Kahve bence mübarek bir içecektir. Nasıl yanisi yok bunun. Bir şey mübarekse mübarektir ve nasıl olduğunun açıklanmasına gerek yoktur. Zaten açıklama yapamayacak kadar bu düşünceyi taşıyorsam kahve kesinlikle mübarektir. Kendiliğinden bir mübareklik açıkçası, benim yüklediğim bir durum olsa muhakkak bir izahını yapardım gibi geliyor. Neyse rüyaya döneyim. Rüyamda veya görmek istediğim rüyada Karadeniz sahilindeyim. Daha doğrusu Karadeniz sahilinde bisikletle günlerce yol alıyorum. Bisikletle günlerce yol almak gerçekten yaşadığım bişey olduğundan bu rüyanın konumunu tam olarak tespit edemiyorum galiba. Ama rüyamda da günlerce yol alıyorum. Denizin, yeşil, bulanık yeşil, koyu yeşil, mavi, açık mavi, koyu mavi ve lacivertleşen bütün renkleriyle birlikte yeşil ağaçların da sarıya ve kızıla kadar olan bütün tonlarına şahit olmuşum rüyamda. (Yani gerçekte de bunu yaşadım 2000 senesinin Eylül sonuydu.) Sonra akşam karanlığında denizin kenarında yeşil çimenler üzerinde çadır kurmuşum. Ve sırtımı karaya dönüp denize karşı yaktığım ateşin başında kararmış bakır cezvemde kahve yapıyorum. (Ki bunu da çok iyi hatırlıyorum, Abana’dan sonra Çatalzeytin çıkışıydı.) Kahveyi yapıyorum ama devamı bildiğin gibi değil doktor. Kahvenin köpüğü kabarmaya başladığında içimde derin bir huzur duygusuyla karanlığa gömülen denizdeki bir kayığın siluetine bakıyorum, bir balıkçı ağları çekiyor ya da bırakıyor. Sonra kahvenin köpüğü cezveden taşıyor. Taşıp da ateşi söndürmüyor. Taşıp hafif meyilden denize doğru akmaya başlıyor. Köpük durmuyor doktor! Cezve köpürdükçe köpürüyor ve köpükler denize akıyor ve deniz kahve oluyor. Sonra geçiyorum denizin yanı başına, elimde fincan, daldırıp daldırıp içiyorum sabaha kadar. Su içer gibi değil, kahve içmenin sakinliğiyle içiyorum. Bir fincan alıyorum, yavaş yavaş içiyorum, bitince tekrar fincanı daldırıyorum kahve denizine. Sabaha kadar sürüyor bu. Rüya bu. En azından kelimelerle anlatılabilecek kadarı bu. Zira kahve içerken hissettiklerim veya o an o rüyadaki kişi kendi gerçekliğini yaşıyor bence. Hala yaşadığına eminim çünkü ben bunu bir defa görmedim. Arada bir görüyorum. İşte burada kafam karışıyor. Fil örneğine dönersem şayet, ben mi bu rüyayı görüyorum yoksa kahve denizinin kenarında kahve içen kişi mi rüyasında beni görüyor emin değilim.
Bunun bir rüya değil de fikir olma ihtimali ise, gerçekte o bisiklet yolculuğunda Çatalzeytin çıkışındaki sahilde aynı şekilde kahve yaptığımda kurduğum bir hayal olabilir. Yani fikirse ben oradayken şöyle bir hayal kurmuş olmalıyım: Kahve köpürdüğünde “şimdi bu kahve denize karışsa bütün deniz kahve olsa ne hoş olur” diye düşünmüş olabilirim. Fekat doktor bundan da emin değilim. Sadece bir fikir olsa bilirim. Dedim ya zaman zaman görüyorum veya gördüğümü sanıyorum, o mübarek kahveden yudum yudum içiyorum. … Nasıl? … Evet evet ilginç bir rüya.
Friday, December 21, 2007
KORSANLAR Kİ HER BİRİ RUHUN ISLAH EDİLMEMİŞ HARİTALARIDIR
M.S. (Mandalinalardan Sonra) bile uzun süre, korsanlar kötü adamlar değildi doktor. Misak-ı milli sınırları dışında acaip manyak harita kahramanlarıydı onlar. Akdeniz maviden laciverde dönüşen kolları ve kılıcı, pala bıyıkları olan bir gravürdü benim için. Her şey öyle kalsaydı mesele çıkmayacaktı ama olmadı, büyüdüm ve öğrenmekten vazgeçmedim. Ya büyümeyeydim ya da öğrenmeseydim hayat Arşipel’in kıyılarında mavi bir rüya olarak kalabilirdi. Şimdi büyüdüm ama ruhumun kıyılarında zaman zaman dibe doğru gidiyorum. Öğrendim ama inanmıyorum.
İlkokul 4. sınıfa kadar, ben ne denizi bilirdim ne de korsanları doktor. Kemalettin Tuğcu’nun korkunçsefaletmanzaralıiyilikperiliyetimçocuklarıkötülükabideleri’nin tarassutu altında neredeyse kendimi topluma adamak üzereydim ki korsanları keşfettim. Benim ikokul 4. sınıf karnemi öğretmenimden başka kimse görmemiştir doktor. Çünkü sene sonunda karnemi öğretmenim Hasan Kaplan’dan alıp sırtımı döndüğümde yırtmıştım. Ve üstüne okkalı bir tokat gelmişti Hasan öğretmenden. Sağlık olsun. Okul denen o korkunç kuruma karşı isyan duygularımı besleyen de korsanlar olmalı. Ondan sonra ikiye ayrıldım: Birinci ben, kendimle olan ben, bildiğini yapan. İkinci ben toplumsal imajımı koruyan varlığımı sağlıklı devam ettirmemi sağlayan vicdan ben. Atatürk ilke ve inkılâpları çerçevesinde ruhunun tanzim edildiğini edebiyat dersi kompozisyonlarında tescil eden, biraz daha çalışsa bir öğrenciydim.
Korsanlarla ilgili okuduğum ilk kitap “Akdeniz Bizimdi” adlı bir kitaptı. Muhterem Ertuğrul Düzdağ Hoca’nın Barbaros Hayrettin Paşa’nın “Gazavat-ı Hayrettin Paşa”sından sadeleştirdiği bir kitap. Daha sonra “Gazavat-ı Hayrettin Paşa” adıyla basıldı. Benim için deniz idrak edilmemiş bir masal kahramanıydı ve korsanlar yeryüzündeki saygıya değer tek kahramanlardı. Barbaros’un Cerbe adasına yedeğinde kalyonlarla girişiydi, korsanlık. Düşünüyorum da aynı düşünceleri taşıyor olsam bugün topluma zararlı bir insan olurdum, doktor. Şimdi faydalı olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Doktor moralimi bozma. Dinle beni, ve beni onayla. İşini sana ben mi öğreteceğim. Sonra Aptullah Ziya Kozanoğlunun “Türk Korsanları”, Hakikarnas Balıkçısı’nın “Turgut Reis”, “Uluç Reis” ve diğer korsan hikâyelerini okudum. Korsanlarla ilgili okuma kariyerimi ortaokulda bitirdiğimde kitaplarla korsanların dünyasını birbirinden ayırt edebilecek zihinsel olgunluğa ulaştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Yoksa yakınımdaki en büyük su birikintisi olan Karakaya Barajında korsanlığa kalkışabilirdim. Tabi bu zihinsel kemale ermek dışında, değişik alanlarda fazla okumanın getirdiği eyleme geçmekten çok hayal kurma eğilimimin gelişmesini de eklemeliyim. Bir de bazı eyleme geçme çabalarımın hüsranla neticelenmesi vardır ki bahsetmek bile beni çok incitir. Özellikle uçma girişimim hayatımda eylem ve hayal çizgisini ayırmama neden olmuştur.
Bence, doktor, korsanlar benim gibi Misak-ı Milli sınırlarının hapsediciliğinde büyümüş biri için somut değil rüyalar âlemine ait fenomenlerdir. Açıkçası bence korsanlar haritadır. Yani ben okurken onları, hep bilmediğim topraklarda ve sularda dolaşırlardı. Malta, Rodos, Girit, Cerbe, Cezayir, Susat, Tunus, Oran, cayır cayır yanan İspanya sahilleri, Yunan adaları bunların hiçbiri benim yaşadığım toprakların sınırı içinde değildi. Romanları haritalardan okumanın getirdiği bir yanılgıdır belki de. İnsan romanı haritadan okur mu? Bir elimde kitap bir yanımda Atlas; bir süre sonra bu adaları esaretten kurtarmak düşüncesine kapıldığımı söylesem garip kaçar mı? Yani bana kalırsa, o topraklar bizim haritamıza dâhil değilse esaret altında olmalı idiler ve kurtarılmalıydılar. (Sizce karanlık gecelerde bir gemi reisi olarak leventlerimin başında Rodos’a, Malta’ya ki Turgut Reisi orda şehit bıraktık, kaç sefer yapmışımdır rüyamda!)
Kalitalar, firkateynler, kalyonlar, kırlangıçlar, karavelalar, perkendeler, kadırgalar, çektiriler şekillerini benim çizdiğim envai gemilerdi ve her biri bir olaydı benim için. Korsanlar çeşit çeşitti ve ben hepsini mazur görürdüm. Gazavat-ı Hayrettin’de korsanlar dindar ve ila-yı kelimetullaha adanmış birer mücahit, Aptullah Ziya Kozanoğlunun korsanları rakı şarap içer ve çakırkeyif babacan adamlardı ve korkunç savaşçılardı. Yazarına göre aynı kişiyi değişik dünya görüşlerine sahip insanlar olarak okudum. Dolayısıyla bir korsan her zaman birden fazla kişidir benim için. Ama ortak noktalarından biri Engizisyon mahkemelerinde yakılan Müslüman ve Yahudileri İspanyadan kurtarmaları vardır ki her zaman rikkatime dokunur ve beni duygusal olarak etkilerlerdi.
Aslında şimdiki büyümüş halime o kadar kızıyorum ki doktor bilemezsin. Belki senin yanına uğramamın sebebi büyümek hastalığıdır. Misal: Korsanlarla ilgili bilgilerim ben büyüyünce çoğaldılar. Ve bilgi denen zalim ve acımasız yığınla karşılaştıkça aslında korsanlarla ilgili ne kadar az bilgi sahibi olduğumu ve okuduklarımın çoğunun uydurma olduğunu öğrendim. O kadar az kaynak var ki korsanlarla ilgili. Cumhuriyetin uluslaşma çılgınlığının kurbanı olmuşum bir açıdan. Aslında bu durumu kabul edip bilimin sağlıklı dünyasında kalsam mesele çıkmayacak ama gel gör ki doktor, yapamıyorum. Biliyorum ama yine de korsanlar ruhumu yoldan çıkarak haritalar olarak duruyor buramda, iman tahtamın altında. Hala rüyalarımda baştardalar, kalyonlar çektiriler görüyorum. Akşamın kızıllığında Cebe limanına giriyorum pala bıyıklarımla ve kanlı gözlerimle. Acımasızca ticaret gemilerine saldırdığım oluyor doktor. Malta’ya sefere çıkmışım görüyorum kendimi. Bazen uzun bir zaman geçiyor gemisiz rüyalarsız. Ama sonra aniden bir gece yarısı uyanıyorum bir kalitanın güvertesinde. Ciddi ciddi toplumsal sorumluluklarımı yerine getirirken pencereden atlayıp kaçasım ve palası ağzında iplerle düşman gemisine atlayan bir levent olarak İstanbul’un bütün kirli ve düzensiz binalarını yıkmak istiyorum. Biliyorsun geçen yaz Cerbe adasına bile gittim. Dolaştım boş suratlı orta sınıf Fransız turistlerin arasında ve pis kokan sahilinde. İğrenç bir turist adasına dönmesi bile benim zihnimdeki Cerbe adasına zarar vermiyor. 21. yüzyıldayız doktor, biliyorum. Benim okuduğum korsanlar, yalandı, olsa olsa ruhumun ıslah edilmemiş haritalarıydılar. Hakikati biliyorum şimdi doktor ama bir halta yaramıyor. Kendimi korsanca duygulardan alamıyorum. Yok, yok iyiyim, bişeyim yok. Her zaman böyle değilim doktor, zaman zaman dedim ya.
Sunday, December 09, 2007
Trenler-2 ve Müzik ve Trenler Rüya Görür Önermesi
Trenlerin sesiyle büyüdüğüm göz önünde tutulursa zihnimde sürekli bir tren gürültüsü olduğu ve tren sesine karşı hassas bir ruh taşıdığım kabul edilmeli. Tren gürültüsü aslında yanlış bir ifade olur, zira tren gürültülü değil harmonik bir araçtır. Tren sesi o kadar çok cümle ve melodi içerir ki… Bazen uzun uzun konuştuğum olurdu bu sesin yönlendirmesiyle. Tabiî ki harmonisine ayak uydurarak yavaş ve melodili bir konuşma. Sinirliysem aklınıza gelebilecek en galiz sövgüler trenin melodilerinde beste bulurdu. Bazen bildik bir şarkının ta kendisi olurdu tren sesi. Tren çeşitlerine uygun makamlar doğal olarak repertuvarımda oluşmuştu. Çok hızlı yolcu treni melodisi: Yoldan geçerken duyduğunuz sunturlu bir sövgü. Yavaş geçen çok vagonlu posta treni. Acele konuşan bir kadın ve kelimelerin uçuştuğu bir melodi. Benim en sevdiğim makam ağır aksak yüz vagonlu yük trenlerinin hiç bitmeyecekmişçesine geçerken ki ben yatağımda olurdum genelde, beni derin hülyalara salan melodisi. Acelesiz ve aheste aheste bir melodi. Her şeyi konuşabileceğim bir makamdı vesselam.
Müzik yeteneksizliğim acaba tren sesinden mi kaynaklanıyor diye düşünmüşümdür. Düzgün bir melodi çıkaramamak hep büyük bir mesele olmuştur, benim için. Söyleyebildiğim, birkaç şarkının nakaratlarından öteye gitmez. Ama müzik dinlemekten zevk almamı sağlayan, adeta müziğin konuştuğunu hissetmem sanırsam yine trenden kaynaklanır. Benim için müzik tren sesinin daha karmaşık ve incelmiş bir halidir desem belki abartmış olurum, lakin zaman zaman bunu düşünmekten kendimi alamam. Açıkçası tren gibi bir enstrümanla müziğe giriş yapmışsanız eziliyorsunuz. Bir türlü kendi sesinizi yükseltmeyi beceremiyor ve dinlemeye mahkûm oluyorsunuz. Hoş, şikâyetçi değilim durumumdan, hatta yalnız zamanlarımda ki bende bol, şarkı mırıldanmalarım fazladır. Fakat bundan daha da ilginci benim müziği giden, yolculuk yapan somut bir nesne olarak algılamamdır asıl mesele. Binlerce kelimeyi etrafına saça saça uzaklaşan ve gittiği yeri merak etmeme, elimde kalan kelimeleri neyapacağımışaşırtan, garip bir duygu yaratır müzik bende. Özellikle enstrümetal müzikler. Sözlü müzikler bende bir kavga hissi oluşturur, araya giren birileri, huzursuzluğumsuluklar… (Türkçeye katkım inkâr edilemez doktor!). Ama güzel seslerin kavgası güzel olur. Sonra bir de enstrümandan farkı olmayan sesler vardır ki, sözler ve müzik beraber akar uzaklaşır.(Misal, Alaattin Yavaşça, Cem Karaca)
Trenler ve müzik arasındaki bu ilişki bilim adamlarınca tabi ki gereksiz hatta saçma görünecektir. Hakikat merakı taşıyanlarca mazur görülüp anlaşılacağım düşüncesi ise beni teselli ediyor. Biliyorum ki hissedeceklerdir anlattıklarımı. En azından doktor, (bu sessizliğiniz iyiye alamet değil bu arada) trenin sesinde bir harmoni olduğu düşüncesinin saygıya değer bir düşünce olduğunu kabul edeceklerdir. Demir sesi, kuzum demir sesinden harmoni nasıl olur. Petrol kokan kaba demir yığınından çıkan bir sesle müzik nasıl bir araya gelir. Doktocuğum ben trenler rüya görür demiyorum ki. Sadece seslerinde melodi olduğunu kişisel tecrübelerime dayanarak iddia ediyorum. Kaldı ki rüya görmediklerini bile iddia edemezsiniz. Çünkü gözlem yapma olanağımız yoktur ve bilimin konusu içinde yer alamaz böyle bir sorunsal. Dolayısıyla “trenler rüya görür” gibi bir önerme ispat edilemeyeceği için iddia edilebilir. Aksi ispat edilene kadar da iddia sahibi tıpkı “trenler rüya görmez” diyen bir iddia sahibi kadar saygıdeğerdir. Sizin sorununuz “trenler rüya görmez” iddiasına inanmanızdır doktor. Bilim ahlakı açısından eleştirilebilir buluyorum sizi bu akşam. … Tamam doktor, sustum.
Trenler-1
İlkokul 4. sınıfta Jack London’ın “Demiryolu Serserileri”(veya Yol) kitabını okumuşsanız ve eviniz demiryoluna on metre kadarcık uzaklıktaysa işiniz oldukça zordur. Bugün toplumun sağlıklı bir bireyi olarak yaşadığım (gör doktor gör beni!) göz önünde tutulursa kitabın etkilerine yeterince direndiğim ileri sürülebilir. Ama bu demek değildir ki trenleri izlemekle yetindim.
Yavaş giden yük trenleri tabiî ki ilk asılma deneyimlerim için ideal fırsatlar sunuyorlardı. Büyük bir sükûnetle uzun katarların geçişini bekler ve son vagonlar görününce iyice sokulurdum trene. Son vagonun arkasında koşup asıldığımda, bir anda bedenimi zorlamak yerine bir anda koca bir demir yığının üstünde olmak, ayakların yerden kesilmesi müthiş bir duyguydu. O anda yeryüzünün çehresi değişirdi. Her zaman başka yerlere gidişini izlediğim trenin bir parçası olmak ve etrafımda durmuş beni seyreden ağaçlar otlar ve direklerin yanından hızla geçmek benim için o zamanlar yeterince olağanüstü bir deneyimdi. Tanıdığım onca ağaç ve tarla bir anda bana yabancı gibi gözükürdü. Yolda olmak duygusu bu olsa gerekti.
“Demiryolu Serserileri”ni okuduktan sonra trenlere hep farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. Bir çılgınlık ve kızgınlık anında asılıp bir trenin arkasına gittiği yere kadar gitmek! Bu düşünce o kadar güçlü bir şekilde sarmıştı ki beni, sürekli bir huzursuzluk arar olmuştum. İlk adımı ben atmıyordum tabi(Ah bu korunma güdüsü doktor, kendimi sağlama almayı ne kadar çabuk öğretmişlerdi bana!) Kardeşimle kavga, annemin başına bela olma, dedeme ağız dolusu sövme, daha doğrusu sövüşme, çünkü dedeme sövmek için yeterli kelime hazinem yoktu. Açıkçası şimdi baktığımda hala olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını görebiliyorum. Bir gün beni evden kovsalar da ben de bir trene atlayıp gitseydim oralardan diye kasıtlı serserilikler yaptığım çok olmuştu. Ama hiç olmadı. Ben manyaklaştıkça ailemin normallik eşiği yükseliyordu galiba.
Şimdi baktığımda gidebileceğim en uzak noktanın Kurtalan olduğunu gördükçe hayal kırıklığına uğruyorum. Demir ağlarla örülen vatan sathında demiryoluyla yolculuk aslında çok da geniş bir alan değilmiş. Üzüyor beni. Haydarpaşa’dan binince 45 saat sonra Kurtalan’dasın. Üç beş seyahat sonunda demiryolları tükenince daha incelikli davranmaya başladım. İstanbul-Ankara güzergâhı, İstanbul- Konya güzergâhı, Ankara-Kars ve Ankara-Diyarbakır güzergâhları olmak üzere değişik seçenekleri olan yolculuklar keşfettim. Her güzergâhın yolcu profili, insan tipleri, tren çeşitleri ayrı ayrıdır.
Doğal olarak tren seyahat için benim ilk tercihimdir. Tren sesiyle iç içe olmanın yanı sıra kurulan dostlukların büyüsü beni çeker. Tren genelde gariban sınıfın, yani hakiki anlamda halkın tercih ettiği bir araçtır. Trende gerçek insanlarla tanışırsınız. Güzergâhlarına göre tren yolcuları çeşit çeşittir.
Diyarbakır’a giden işçiler ki her biri bir oyun havasıdır Ankara’dan sonra. Ankara’ya kadar memurlar, öğrenciler, işçilerle dolu karmaşık bir yolcu profili mevcuttur. Baskın çıkanlar memurlar ve ticari başarısızlıklarının arkasındaki komploları anlatan ticaret erbabıdır. İhtiyar memurlar ya torunlarını görmeye gidiyorlardır ya da emeklilikle ilgili derin ve oldukça karmaşık bir mesele için bir tanıdık ziyaretine. Bilmedikleri az şey vardır. Politikacılarla olan yakınlıkları, zamanında namuslu olduklarından dolayı kaçırdıkları fırsatların envaisiyle muhabbet kumkumalarıdır onlar. Tüccarlar ki, alacak meselesi veya batmış bir işten sonra memleket havası almak için yoldadırlar. Genel özellikleri iflah olmaz hayalperestler olmalarıdır. Muhakkak tanıdıkları büyük adamlar vardır ve kuracakları bir sürü alternatif çok paralı işler.
Burada tren dostluklarının en önemli hususiyetini hatırlatmam gerekir. Tren dostlukları trende başlar ve trende biter. Saatlerle sınırlı ve bir daha karşılaşma ihtimali çok düşük dostluklar tabii olarak yüksek bir güvenlik duygusuyla hemencecik kuruluverirler. Bu güvenlik duygusunun rahatlığıyla muhayyilenin zenginliği bir araya geldiği zaman Cumhuriyet tarihinin hiç bilinmeyen komplolarından, karanlıkta kalmış meselelerine ve devlet mekanizmasının bilinmeyen kurumlarına uzanan derinlikli sohbetler dallanır budaklanır. Ben işin bu derinliğini çok çabuk keşfettim. İnsanlarla didişmedim hiç. Derin bir hayret duygusuyla sorular sorarak ve bazı kitabi bilgileri de verilen nadide bilgilerle birleştirerek muhatabımın zevkten dört köşe olmasını sağlamadım hep. Bununla birlikte hiç gereği yokken kendime yeteri derecede ilginç bir hayat hikâyesi uydurmak işin en önemli taraflarından biri olurdu. İsmim dâhil yepyeni bir insan veya bambaşka birçok insan olmak tren seyahatlerimin en önemli veçhesini oluşturdu. Zarasız hikâyelerdi hepsi de. Üstelik muhatabım sormadan kendimle ilgili fazla bilgi vermemem gerektiğini kuralını benimsemiştim.
Ankara’dan sonra, Yozgat, Kayseri ve Sivas yolcuları bir araya gelir ve memleketçilik başlar. Diyarbakır ve diğer doğu yolcuları da kendi aralarında duruma göre ayrılırlar. Yozgat’tan sonra halay çekenler, radyo ve teyplerini açanlar çoğalır. Kurulan geçici dostluklar aynı zamanda kompartıman kapatmaya dönüşür.
Tren yolculuklarında pencereden bakarken ve dağ başlarındaki tenha köyler ve evler gözüme çarptıkça ve trene taş atan çocukların hınzırlığıyla karşılaştıkça hep demir yolu kenarındaki evimizi hatırlarım. Dünyanın sadece ev ve çevresinden ibaret olduğu o masalı geride bırakmış olmanın hüznü dolar içime. Bu hüzünden kurtulabilmek için daha çok uzaklara gitmek, yollara çıkmak, bilmediğim yerlere gitmek, gitmek hep gitmek isterim.